Likya Yolu Haritaları, günceler, rota bilgileri, Likya Yolu GPS bilgileri, diğer tüm yazılara sayfanın üzerindeki MENÜ sekmesinden kolayca ulaşabilirsiniz

Hiç Bitme Likya - Rabia Sağlam

2014'te yaptığımız son yürüyüşte bize eşlik eden daha doğrusu yürüme baskısına "hayır" diyemediğimiz Rabia Sağlam'ın yazısını paylaşmak istedik.

Evet tren gibi yürüyor, çok detaylı paylaşıyor olabiliriz ancak ekip olarak yürümek, beraber yürüdüğünüz insanların sorumluluğunu da almak çok farklı bir şey.

Bizimle yürüyen Rabia ve Demet'e tempomuza mümkün olduğunca ayak uydurdukları için teşekkür ediyoruz.







---------------------------------------------------------------------------------------
HİÇ BİTME LİKYA…

Herşey “Likya Güncesi”ni okumamla başladı. Aslında başlangıcım, Likya’nın tadını almış, fakat yerine yenisini yeni insanlarla koymakta tereddüt eden bir kararsızlığa dayanmaktaydı. Başlamak hep zordur, ama başladığınızda hiç bitmesin istersiniz. İşte altın kelimelerimden ilk ikisi: Hiç Bitmesin!

Maceralarını üşenmeden bizimle paylaşan, ince eleyip sık dokuyarak her türlü işe yarar bilgiyi ayağımıza getiren, bizim yerimize önceden görüp önlem alan, pusulamız olan, fener tutan bu iki güzel insan ısrarlı taleplerime karşı koyamayıp son Likya turlarına beni de almaya karar verdiklerinde hayatımın en umutlu ve aydınlık zamanının geri sayımı başlamış oldu.  En son 2011 yılının eylül ayında kan ve gözyaşıyla tırmanmıştım koca Musa Dağı’nı ve bana cüretli bakışlarını hatırladıkça dağın, yollarından yeniden geçecek olmak bambaşka bir tarihe misafir olmaktı. Hazırdım tarihimi yeniden yazmaya. Açtım yeşile, yüreğim maviye doyamamıştı; taşlara, ağaçlara, duvarlara atılan kırmızı-beyaz imzaları öpmeyeli çok olmuştu. Yaklaşık 2,5 yıldır modern hayatın öylesine yaşamayı öğreten kabalığı, şehrin iliklerimize işleyen matlığı, çoğunluğun üzerimize gelen baskısı dayanılmaz bir safhadaydı; kuşatılmıştım adeta. Altuğ, Mehmet, Demet ve Likya beni içinde bulunduğum grilikten çekip alacaktı. Yalnızca geçmişim değil, şimdim ve yarınım da tutkuyla bağlanmıştı bu seyahate.

Gündelik hayatım bir özlem havası içinde, 5 Nisan 2014 tarihine odaklandı. Ayakkabılarımı yeniledim, çadır aldım, “ne lüzumu var canım” deyip baton almamak için direneyim dedim, ikna edildim. Taksitlerim yılsonu bitecek. Şair M. Doğan’ın dediği gibi “faturalar insanı hayata bağlar”. Benden daha iyi biliyorsunuzdur, gene de söylemeden geçmeyeyim; kabarık faturaya rağmen yürüdüğüm her saat iyi ki ayakkabılarımı yenilemişim diye düşündüm ve Mehmet’e bana zorla baton aldırdığı için teşekkür ettim. Altuğ gidilecek parkuru, nerelerde konaklayacağımızı, yanımıza ne alacağımızı, nelerden sakınmamız gerektiğini, hatta nerede kaçta ne kadar mola vereceğimizi dahi özenle hesap etmişti. İnsan diğer insanların insanlığını en çok seyahat zamanlarında anlar. Yolculuklarda güvenebileceğiniz, her sorunuza cevap bulabilecek, sizin yerinize riskleri öngörebilecek sağlam karakterlere ihtiyacınız vardır. Altuğ tam da böyle bir rehberdi işte. Aylar öncesinden beni zorlu parkurlara hazırlamayı vazife edindi. Yürüyüş yapıp yapmadığımı sordu. Kilo alıp almadığımı soruşturdu. Fakat yine de bana bakarken gözlerindeki kuşkuyu saklayamıyordu: “Acaba yürüyebilecek miydim?” O bilmiyordu, ama ben Likya’nın efsunlu yollarını çoktan arşınlamış, aklı baştan alan manzaralarını dilim damağım kurumuşken su gibi kana kana içmiş, denizine gözlerimden damla damla korku ve aşk akarken dalmıştım. Ben, değil 8 gün, Antalya’dan Fethiye’ye günlerce yürüyebilecek kadar çok şey biriktirmiştim içimde, dışımda ve yüreğimde. Aslında onun gözlerimde gördüğü geçmişteki kendiyle yeniden yüzleşmenin buruk heyecanını göğüslemekten çekinen Rabia’ydı. Nihayetinde yürüdüm Altuğ; hem de Mehmet’in sonradan itiraf ettiği gibi, tahminlerin çok ötesinde bir performansla geçtim daracık yollardan, yokuşlardan, uçurumlardan. Hiç ummadığınızı yapabilecek kadar dersime iyi çalışmıştım Likyadaşlar!

Ah Sen Yok musun Portakal Çiceği: Göynük Kanyonu

Kaygılarım da vardı tabii; karanlıktan örneğin, geceleri tek kişilik çadırımın etrafında tur atma ihtimâli olan hayvanlardan, susuzluktan, güneşten, kaybolmaktan. Hatta bazen korkunç ihtişamından bir dağın, terk edilmişliğinden bir antik şehrin, yamaçları titreten uğultusundan rüzgârın, delip geçen fırtınasından… Ne var ki uçağa bindiğimiz anda tüm korkularım ve kaygılarım yerini hayallere bıraktı. Daha Göynük minibüsünde ne yiyeceğimizin hayalini kurmaya başlamıştık. Koku alma duyumun minibüse sinen ayak kokusunun ağırlığına tahammül etmesinin başka bir yolu yoktu zira. Hayalin açılışı simit, kaşar ve kişi başına düşen ikişer zeytinle yapıldı. Açılış mekânı, Göynük Kanyonu’na güneş olduğunda gölgelik, karanlık bastığında bekçilik yapan dağların bulutlarla süslü manzarasıydı. Minibüsün havasızlığı yemeğin yanı sıra dışarıdaki havanın nasıl koktuğuna dair bir merak da uyandırmıştı. Hava ne mi kokuyordu? İşte Likya’nın ikinci en çok sevdiğim sözcükleri: Portakal Çiçeği.

İlk günün akşamı, yaylaya henüz varmadan, ıssızlığın ortasında uykuya daldığımızda doyamamıştım portakal çiçeği kokusuna ve biliyordum ki önümdeki tüm yollar bu müthiş esansın kıyısından, köşesinden hatta bazen tam ortasından geçecekti. Yattığımız yer ara sıra öten baykuşun ve aşağıdaki şelalenin inceden duyulan sesiyle şenlenmekteydi, fakat gökyüzündeki hilâle eşlik eden birkaç yıldızı hesaba katmazsak kıyamet öncesi bir kimsesizliğin eşiğinde gibiydik. O gece çok esrarengiz bir şey oldu: Denizden 800 metre yükseklikte korkmadan uyudum. Yorgundum belki, belki yarın yayla evinde tereyağlı yumurta yiyebilme ihtimâliydi beni rahatlatan, doya doya çay içebilecek olmamdı belki, belki de çadırdan çadıra yayılan horlama seslerinin arasında paylaştığımız sessiz diyaloglardı. Bilmiyordum, ama değişimin ve dönüşümün çoktan başladığından hiç şüphem yoktu.          
  

Cennet Bu Olsa Gerek: Roma Köprüsü


Yaylada bize sofra kuran misafirperver insanları gördüğümde, tek arzum çay içmek, yumurta, peynir ve doyasıya zeytin yemekti. Likya insanın arzularını da tuhaflaştırıyor; düşünsenize, bu saydıklarımı daha iki gün önce İstanbul’da, dört tarafı duvarlarla çevrili evimde yedim! Nefes aldıkça zevk aldığınız pir-ü pak oksijenden, baktıkça dört köşe olduğunuz Tahtalı Dağı’nın zirvesinden hep bu yeme-içme sevdası. Sanki dün ulaşılabilir olan şey bugün Tanrı’nın bir lütfuymuş gibi şükrediyorsunuz ve doğal yaşamda, Olimpos’ta tanıştığım Doğu’nun deyişiyle, gündelik tek sıkıntınız ekmeğinizin olup olmadığı oluyor. Dar alanlar, gereksiz mesuliyetler, riyakâr ilişkiler ve sahip olma tutkusu yerini ‘ekmeğe’ devşiriyor. Baharın güneşinden kaçma ihtimâli olmayan ve bunun tedirginliğini duyan zirvedeki bir parça kar karşısında hissettiğiniz yegâne şey hayranlık ve açlık. Doğanın mucizevî ihtişamı karşında sizin arzularınız ve beklentileriniz de gittikçe basitleşiyor. Küçülüyorsunuz azametine bakarken ağaçların, bir şekilde kendine geçit yapan suyolunu fark ettiğinizde vazgeçiyorsunuz çokluk tutkusundan. Davanız hırslarınızı maksimize etmek yerine ekmek davası oluyor. Bu arada bazen ödüllendiriliyorsunuz da: Keçi sütü ikram ediliyor size örneğin kahvaltıdan önce J. Arzular, böylelikle bir süreliğine tatmin ediliyor.     

Hele akşam kalacağınız yere doğru sabırla kıvrılan yollar sizi başka hayallere sürüklüyorsa, işte o zaman arzularınız kadar gerçekliği algılayışınız da evrim geçirmiş oluyor. Su sesi boyunca saatlerce yürüdüğümde, dev gibi kayaların, o kayalara tutunmaya çalışan kavruk ağaçların, yağmursuzluğun ağırlığından kurtulmak için kendilerini dereye doğru bıraktıklarını gördüm. Kuru ağaç köklerinin, kopmuş kaya parçalarının yolları kapattığına, izleri sildiğine, köprüleri yıktığına şahit oldum. Sanki hepsi yanıp tutuştukları damlaları beklerken yorulmuş, sararmış ve solmuştu. Sanki hepsi kimsesizlikten kurtulmak istercesine dereye doğru meyletmişti.

Yolun sonunda anladım neden yüzlerinin, ellerinin, köklerinin dereye doğru büyük bir özlemle koşmak istediğini: Roma Köprüsü’ne vardığımızda kifayetsiz kalacak bir kibirle esip gürlüyordu dere. Sanki biliyordu hayat verdiğini yapraklara. Sanki hissediyordu şekil ve renk kattığını dağlara. Ve sanki çığlık atıyordu hiç durmadan bize, yanı başında uyumak istediğimizde. Ama onu severek ve saygı duyarak dinledik. İçimize çektik gür sesini. Yanında alabalık yedik, sobalar yaktılar bize yine misafirperver insanlar, yudum yudum çay içtik, yanaklarımız sıcaktan kızarıp esneyinceye kadar çadırlarımıza dönmedik. O gece ne gökyüzüne baktım, ne karanlığa aldırdım. Sadece vahşi ve cezbedici suyun sesini dinledim. 

Denize Kavuşmak: Phaselis ve Tekirova

Öyle kolay değil denize dokunmak! Tanrı bahşederken önce sınar. Hepimiz tek tek sıraya dizildik ve sınandık o gün. Kimimiz için geçilmezdi sınav, kimimiz için baş edilebilir. Benim içinse Likya maceramın en zorlu günüydü. Yukarıda kıvrım kıvrım görünen yollar aşağıya inerken bitmek bilmedi. Dağlar tırmandık, yokuşlar indik, taşların üzerinde durmak için çırpınırken güneş arsızca kollarımı yaktı. Denize ulaştığımızda Demet İstanbul’a döndü, Tekirova’ya vardığımızda Mehmet’in bacakları dikenler yüzünden kan revan içinde kaldı ve derdimize derman olamayan Altuğ’un sinirleri harap oldu. Phaselis muhteşem koylarıyla bembeyaz bir denizi ayağımıza sunduğunda unutuverdik sınandığımızı ve kumsalına bıraktık kendimizi. Issız kumlardan geçtik, denizin öfkesine siper olmuş dik yamaçlardan Akdeniz’i seyrettik. Tekirova’ya ulaştığımızda kana kana sodalı ayran içtik tek kelime etmeden. Günün sonunda Beydağları Milli Parkı’nda kumsalın yanı başına çadırlarımızı kuruncaya kadar ne kadar zor bir gün geçirdiğimizi anlamadık. En uzun parkurumuzdu. Yaralı bedenini iyileştirmek için bile olsa tuzlu suyun tadına varan ilk Mehmet’ti, Altuğ ile ben kendimizi Olimpos’a saklıyorduk. O gece ay bıçakla tam ortadan kesilmiş gibiydi ve bulutlar yağmur dökünceye kadar denize vuran akisleri izledim.

Aşk Kapıyı Çalar: Olimpos

Ay ve yıldızlarla dost olduğumuz, denizine âşık olduğumuz, Tanrı ve Tanrıçalardan rol çaldığımız, hayaller kurup rüyalara yattığımız, yüzyıllar öncesinin balıkçısı, şairi ve mimarıymış gibi uyandığımız Olimpos’u kucaklamak da kolay değildi! Olimpos insana yeninin kapısını açar, aydınlığı gösterir, yüreğinize su serper, geçmişin gölgelerini anın gerçekliğiyle böler, koparır ve çekip alır sizi buhranlarınızdan, hüzünlü bir huzur bağışlar, sevdalı ve tutkulu ruhlarla tanıştırır, öğretir sil baştan bildiklerinizi, hizaya getirir şaha kalkmış bencilliğinizi ve sonra sönmüş umutlarınıza yemyeşil gözlerle bakarsınız… 

Sabah uyandığımızda hayata sil baştan bağlanmıştık kendimizce. Ben üç yeni insan tanıdım, korkularıyla yüzleşmek yerine onları bastıran, ânın tadını çıkarmak varken cep telefonunu elinden düşürmeyen, risk alıp mutluluğu deneyimlemek yerine yaşamayı erteleyen biz modern insanların bildikleri ama cesaret edemedikleri bir vazgeçiş hikâyesini dinledim bu üç insandan. Kocaman gülüşüyle Doğu, yemyeşil gözleriyle Serhan ve bembeyaz dişleriyle Sherlock dört bir yanımızı kuşatan gösteriş merakında, nesnelere sahip olma ve daha fazla tüketerek varolma telaşında nasıl kirlendiğimizi yüzümüze çarpıyorlardı adeta. Modern hayattan vazgeçip, Olimpos’un tanrılarının eline bırakmışlardı kaderlerini. Kader demişken, Olimpos tüm alınyazılarını yeniden yazdırır insana: Hayatın hızına yetişme hırsı insanoğlunun bir aldatmacasıdır ve insan paylaştıkça, etrafı dostlarıyla dolup taştıkça gerçekten yaşamış sayılır…

Musa Dağı, Seni Yeniden Görmek Varmış…      

İki saatte tırmandık seni Musa Dağı, kahvaltı yapmadan, dinlenmeden, Mehmet önde ben ortada Altuğ arkada. Yüreğim parça parçaydı geçerken patikalarını, her adımımda geçmiş sanki silinip gidiyordu kafamdan, hatıralar yok oluyordu, kalp ağrıları iyileşiyordu. Mehmet olmasaydı Musa Dağı, seni iki saatte bitiremezdik ve ben yosun tutmuş ismini bu kadar cesurca Çoban Kulübesine kazıyamazdım. Ey koca Musa Dağı, içindeki karanlığı gördüm bir kere, girdabının melalini biliyorum, o yüzden her molada Mehmet’e ve Altuğ’a içimden teşekkür ettim, zira onların sayesinde karanlık ve melal seher vakti aydınlığına ve sonsuz ufuklara dönüştü. Adrasan’a inerken gülüyordu Musa Dağı, köşe bucağını mor çiçekle donattı benim için, Mehmet’in varlığına dutlar ikram etti, Altuğ’un sabrı için portakallar sundu.

Likya, Gelidonya Feneridir!

Deve Çiftliği’nde ortalığı kasıp kavuran rüzgârın çığlığını duyduğunuzda şaşırmayın yahut sarp kayaların geçit vermediği ıssız ve tekinsiz yollardan mavinin bin bir tonuyla boyanmış gökyüzü ve deniz manzarası eşliğinde yürümeye başladığınızda heyecanlanmayın, zira en güzeli yolun sonunda: Gelidonya Feneri! İşte en sevdiğim iki kelime daha! Likya yolu Gelidonya Feneri demektir! Hele bir de bizim gibi saatlerce yeşil ve mavi dışında hiçbir renk görmediğinizde, Fener’in beyazlığı asaletiyle deler geçer Akdeniz’i. Rüzgârı, denizi ve gökyüzünü tarihle buluşturur, yalnızlığın korkunçluğu değildir en uca gidip, gözlerinizi kapatıp, kollarınızı açtığınızda hissettiğiniz: Mutluluğun hınzır gülüşüdür. Titrersiniz, sonra birden yağmur başlar, dalgalar daha bir sert vurur kıyıya, akıntılar raydan çıkmış tren gibi savrulur dört bir yana, bulutlar tepenize çöker ve size sadece yağmurluğunuzu giyip, bir köşeye sinmek kalır.

Yıllar önce bir otobüste iki kişilik kurulan bir hayal olarak başlayan Likya maceramın yegâne amacı Gelidonya Feneri’ni görmekti. Oysa hayali güzel kılan her daim ertelenebilmesidir. Ertelendikçe büyür, büyüdükçe kusursuzlaşır ve nihayetinde olgunlaşır. Ben hayalimi altı yıl erteledim, üç kişi ekleyerek büyüttüm, Altuğ ve Mehmet’le yürüyerek kusursuzlaştırdım. Gelidonya Feneri, tüm Likya yolunun ortası gibidir haritalarda, aldanmayın! Fener olgunlaştırıcı bir başlangıçtır; unuttuğunuz sevdaların, unutamadığınız dostlukların yeni baştan yazılmasını ve yepyenilerinin yaşantılanmasını mümkün kılan rengârenk bir sayfa açar önünüzde. 

Dostlarla yürünen Likya yolu gizemlidir, içine çeker, büyüler, hatta bazen afallatır. O yüzden ne mi yapın, önce Likya’yı hayal edin, sonra dost edinin ve ardından yürüyün. İnanın bana, Likya’yı yürüme hayali, gerçekleştikçe tükenmeyen tek hayaliniz olarak kalacak…

Rabia Sağlam
Ağustos 2014


    Daha yeni Daha eski

    نموذج الاتصال