Evet tren gibi yürüyor, çok detaylı paylaşıyor olabiliriz ancak ekip olarak yürümek, beraber yürüdüğünüz insanların sorumluluğunu da almak çok farklı bir şey.
Bizimle yürüyen Rabia ve Demet'e tempomuza mümkün olduğunca ayak uydurdukları için teşekkür ediyoruz.
Bizimle yürüyen Rabia ve Demet'e tempomuza mümkün olduğunca ayak uydurdukları için teşekkür ediyoruz.
---------------------------------------------------------------------------------------
HİÇ BİTME LİKYA…
Herşey “Likya Güncesi”ni okumamla başladı. Aslında başlangıcım, Likya’nın
tadını almış, fakat yerine yenisini yeni insanlarla koymakta tereddüt eden bir
kararsızlığa dayanmaktaydı. Başlamak hep zordur, ama başladığınızda hiç
bitmesin istersiniz. İşte altın kelimelerimden ilk ikisi: Hiç Bitmesin!
Maceralarını üşenmeden bizimle paylaşan, ince eleyip sık dokuyarak her
türlü işe yarar bilgiyi ayağımıza getiren, bizim yerimize önceden görüp önlem
alan, pusulamız olan, fener tutan bu iki güzel insan ısrarlı taleplerime karşı
koyamayıp son Likya turlarına beni de almaya karar verdiklerinde hayatımın en
umutlu ve aydınlık zamanının geri sayımı başlamış oldu. En son 2011
yılının eylül ayında kan ve gözyaşıyla tırmanmıştım koca Musa Dağı’nı ve bana
cüretli bakışlarını hatırladıkça dağın, yollarından yeniden geçecek olmak
bambaşka bir tarihe misafir olmaktı. Hazırdım tarihimi yeniden yazmaya. Açtım
yeşile, yüreğim maviye doyamamıştı; taşlara, ağaçlara, duvarlara atılan
kırmızı-beyaz imzaları öpmeyeli çok olmuştu. Yaklaşık 2,5 yıldır modern hayatın
öylesine yaşamayı öğreten kabalığı, şehrin iliklerimize işleyen matlığı,
çoğunluğun üzerimize gelen baskısı dayanılmaz bir safhadaydı; kuşatılmıştım
adeta. Altuğ, Mehmet, Demet ve Likya beni içinde bulunduğum grilikten çekip
alacaktı. Yalnızca geçmişim değil, şimdim ve yarınım da tutkuyla bağlanmıştı bu
seyahate.
Gündelik hayatım bir özlem havası içinde, 5 Nisan 2014 tarihine odaklandı.
Ayakkabılarımı yeniledim, çadır aldım, “ne lüzumu var canım” deyip baton
almamak için direneyim dedim, ikna edildim. Taksitlerim yılsonu bitecek. Şair
M. Doğan’ın dediği gibi “faturalar insanı hayata bağlar”. Benden daha iyi
biliyorsunuzdur, gene de söylemeden geçmeyeyim; kabarık faturaya rağmen
yürüdüğüm her saat iyi ki ayakkabılarımı yenilemişim diye düşündüm ve Mehmet’e
bana zorla baton aldırdığı için teşekkür ettim. Altuğ gidilecek parkuru,
nerelerde konaklayacağımızı, yanımıza ne alacağımızı, nelerden sakınmamız
gerektiğini, hatta nerede kaçta ne kadar mola vereceğimizi dahi özenle hesap
etmişti. İnsan diğer insanların insanlığını en çok seyahat zamanlarında anlar.
Yolculuklarda güvenebileceğiniz, her sorunuza cevap bulabilecek, sizin yerinize
riskleri öngörebilecek sağlam karakterlere ihtiyacınız vardır. Altuğ tam da
böyle bir rehberdi işte. Aylar öncesinden beni zorlu parkurlara hazırlamayı
vazife edindi. Yürüyüş yapıp yapmadığımı sordu. Kilo alıp almadığımı
soruşturdu. Fakat yine de bana bakarken gözlerindeki kuşkuyu saklayamıyordu:
“Acaba yürüyebilecek miydim?” O bilmiyordu, ama ben Likya’nın efsunlu yollarını
çoktan arşınlamış, aklı baştan alan manzaralarını dilim damağım kurumuşken su
gibi kana kana içmiş, denizine gözlerimden damla damla korku ve aşk akarken
dalmıştım. Ben, değil 8 gün, Antalya’dan Fethiye’ye günlerce yürüyebilecek
kadar çok şey biriktirmiştim içimde, dışımda ve yüreğimde. Aslında onun
gözlerimde gördüğü geçmişteki kendiyle yeniden yüzleşmenin buruk heyecanını
göğüslemekten çekinen Rabia’ydı. Nihayetinde yürüdüm Altuğ; hem de Mehmet’in
sonradan itiraf ettiği gibi, tahminlerin çok ötesinde bir performansla geçtim
daracık yollardan, yokuşlardan, uçurumlardan. Hiç ummadığınızı yapabilecek
kadar dersime iyi çalışmıştım Likyadaşlar!
Ah Sen Yok musun Portakal Çiceği: Göynük Kanyonu
Kaygılarım da vardı tabii; karanlıktan örneğin, geceleri tek kişilik
çadırımın etrafında tur atma ihtimâli olan hayvanlardan, susuzluktan, güneşten,
kaybolmaktan. Hatta bazen korkunç ihtişamından bir dağın, terk edilmişliğinden
bir antik şehrin, yamaçları titreten uğultusundan rüzgârın, delip geçen
fırtınasından… Ne var ki uçağa bindiğimiz anda tüm korkularım ve kaygılarım
yerini hayallere bıraktı. Daha Göynük minibüsünde ne yiyeceğimizin hayalini
kurmaya başlamıştık. Koku alma duyumun minibüse sinen ayak kokusunun ağırlığına
tahammül etmesinin başka bir yolu yoktu zira. Hayalin açılışı simit, kaşar ve
kişi başına düşen ikişer zeytinle yapıldı. Açılış mekânı, Göynük Kanyonu’na
güneş olduğunda gölgelik, karanlık bastığında bekçilik yapan dağların
bulutlarla süslü manzarasıydı. Minibüsün havasızlığı yemeğin yanı sıra dışarıdaki
havanın nasıl koktuğuna dair bir merak da uyandırmıştı. Hava ne mi kokuyordu?
İşte Likya’nın ikinci en çok sevdiğim sözcükleri: Portakal Çiçeği.
İlk günün akşamı, yaylaya henüz varmadan, ıssızlığın ortasında uykuya
daldığımızda doyamamıştım portakal çiçeği kokusuna ve biliyordum ki önümdeki
tüm yollar bu müthiş esansın kıyısından, köşesinden hatta bazen tam ortasından
geçecekti. Yattığımız yer ara sıra öten baykuşun ve aşağıdaki şelalenin inceden
duyulan sesiyle şenlenmekteydi, fakat gökyüzündeki hilâle eşlik eden birkaç
yıldızı hesaba katmazsak kıyamet öncesi bir kimsesizliğin eşiğinde gibiydik. O
gece çok esrarengiz bir şey oldu: Denizden 800 metre yükseklikte korkmadan
uyudum. Yorgundum belki, belki yarın yayla evinde tereyağlı yumurta yiyebilme
ihtimâliydi beni rahatlatan, doya doya çay içebilecek olmamdı belki, belki de
çadırdan çadıra yayılan horlama seslerinin arasında paylaştığımız sessiz
diyaloglardı. Bilmiyordum, ama değişimin ve dönüşümün çoktan başladığından hiç
şüphem yoktu.
Cennet Bu Olsa Gerek: Roma Köprüsü
Yaylada bize sofra kuran misafirperver insanları gördüğümde, tek arzum çay
içmek, yumurta, peynir ve doyasıya zeytin yemekti. Likya insanın arzularını da
tuhaflaştırıyor; düşünsenize, bu saydıklarımı daha iki gün önce İstanbul’da,
dört tarafı duvarlarla çevrili evimde yedim! Nefes aldıkça zevk aldığınız pir-ü pak oksijenden, baktıkça dört köşe olduğunuz Tahtalı Dağı’nın zirvesinden hep
bu yeme-içme sevdası. Sanki dün ulaşılabilir olan şey bugün Tanrı’nın bir
lütfuymuş gibi şükrediyorsunuz ve doğal yaşamda, Olimpos’ta tanıştığım Doğu’nun
deyişiyle, gündelik tek sıkıntınız ekmeğinizin olup olmadığı oluyor. Dar
alanlar, gereksiz mesuliyetler, riyakâr ilişkiler ve sahip olma tutkusu yerini
‘ekmeğe’ devşiriyor. Baharın güneşinden kaçma ihtimâli olmayan ve bunun tedirginliğini
duyan zirvedeki bir parça kar karşısında hissettiğiniz yegâne şey hayranlık ve
açlık. Doğanın mucizevî ihtişamı karşında sizin arzularınız ve beklentileriniz
de gittikçe basitleşiyor. Küçülüyorsunuz azametine bakarken ağaçların, bir
şekilde kendine geçit yapan suyolunu fark ettiğinizde vazgeçiyorsunuz çokluk
tutkusundan. Davanız hırslarınızı maksimize etmek yerine ekmek davası oluyor.
Bu arada bazen ödüllendiriliyorsunuz da: Keçi sütü ikram ediliyor size örneğin
kahvaltıdan önce J. Arzular, böylelikle
bir süreliğine tatmin ediliyor.
Hele akşam kalacağınız yere doğru sabırla kıvrılan yollar sizi başka
hayallere sürüklüyorsa, işte o zaman arzularınız kadar gerçekliği algılayışınız
da evrim geçirmiş oluyor. Su sesi boyunca saatlerce yürüdüğümde, dev gibi
kayaların, o kayalara tutunmaya çalışan kavruk ağaçların, yağmursuzluğun
ağırlığından kurtulmak için kendilerini dereye doğru bıraktıklarını gördüm.
Kuru ağaç köklerinin, kopmuş kaya parçalarının yolları kapattığına, izleri
sildiğine, köprüleri yıktığına şahit oldum. Sanki hepsi yanıp tutuştukları
damlaları beklerken yorulmuş, sararmış ve solmuştu. Sanki hepsi kimsesizlikten
kurtulmak istercesine dereye doğru meyletmişti.
Yolun sonunda anladım neden yüzlerinin, ellerinin, köklerinin dereye doğru
büyük bir özlemle koşmak istediğini: Roma Köprüsü’ne vardığımızda kifayetsiz
kalacak bir kibirle esip gürlüyordu dere. Sanki biliyordu hayat verdiğini
yapraklara. Sanki hissediyordu şekil ve renk kattığını dağlara. Ve sanki çığlık
atıyordu hiç durmadan bize, yanı başında uyumak istediğimizde. Ama onu severek
ve saygı duyarak dinledik. İçimize çektik gür sesini. Yanında alabalık yedik,
sobalar yaktılar bize yine misafirperver insanlar, yudum yudum çay içtik,
yanaklarımız sıcaktan kızarıp esneyinceye kadar çadırlarımıza dönmedik. O gece
ne gökyüzüne baktım, ne karanlığa aldırdım. Sadece vahşi ve cezbedici suyun
sesini dinledim.
Denize Kavuşmak: Phaselis ve Tekirova
Öyle kolay değil denize dokunmak! Tanrı bahşederken önce sınar. Hepimiz tek
tek sıraya dizildik ve sınandık o gün. Kimimiz için geçilmezdi sınav, kimimiz
için baş edilebilir. Benim içinse Likya maceramın en zorlu günüydü. Yukarıda
kıvrım kıvrım görünen yollar aşağıya inerken bitmek bilmedi. Dağlar tırmandık,
yokuşlar indik, taşların üzerinde durmak için çırpınırken güneş arsızca
kollarımı yaktı. Denize ulaştığımızda Demet İstanbul’a döndü, Tekirova’ya
vardığımızda Mehmet’in bacakları dikenler yüzünden kan revan içinde kaldı ve
derdimize derman olamayan Altuğ’un sinirleri harap oldu. Phaselis muhteşem
koylarıyla bembeyaz bir denizi ayağımıza sunduğunda unutuverdik sınandığımızı
ve kumsalına bıraktık kendimizi. Issız kumlardan geçtik, denizin öfkesine siper
olmuş dik yamaçlardan Akdeniz’i seyrettik. Tekirova’ya ulaştığımızda kana kana
sodalı ayran içtik tek kelime etmeden. Günün sonunda Beydağları Milli Parkı’nda
kumsalın yanı başına çadırlarımızı kuruncaya kadar ne kadar zor bir gün
geçirdiğimizi anlamadık. En uzun parkurumuzdu. Yaralı bedenini iyileştirmek
için bile olsa tuzlu suyun tadına varan ilk Mehmet’ti, Altuğ ile ben kendimizi
Olimpos’a saklıyorduk. O gece ay bıçakla tam ortadan kesilmiş gibiydi ve
bulutlar yağmur dökünceye kadar denize vuran akisleri izledim.
Aşk Kapıyı Çalar: Olimpos
Ay ve yıldızlarla dost olduğumuz, denizine âşık olduğumuz, Tanrı ve
Tanrıçalardan rol çaldığımız, hayaller kurup rüyalara yattığımız, yüzyıllar
öncesinin balıkçısı, şairi ve mimarıymış gibi uyandığımız Olimpos’u kucaklamak
da kolay değildi! Olimpos insana yeninin kapısını açar, aydınlığı gösterir,
yüreğinize su serper, geçmişin gölgelerini anın gerçekliğiyle böler, koparır ve
çekip alır sizi buhranlarınızdan, hüzünlü bir huzur bağışlar, sevdalı ve
tutkulu ruhlarla tanıştırır, öğretir sil baştan bildiklerinizi, hizaya getirir
şaha kalkmış bencilliğinizi ve sonra sönmüş umutlarınıza yemyeşil gözlerle
bakarsınız…
Sabah uyandığımızda hayata sil baştan bağlanmıştık kendimizce. Ben üç yeni
insan tanıdım, korkularıyla yüzleşmek yerine onları bastıran, ânın tadını
çıkarmak varken cep telefonunu elinden düşürmeyen, risk alıp mutluluğu
deneyimlemek yerine yaşamayı erteleyen biz modern insanların bildikleri ama
cesaret edemedikleri bir vazgeçiş hikâyesini dinledim bu üç insandan. Kocaman
gülüşüyle Doğu, yemyeşil gözleriyle Serhan ve bembeyaz dişleriyle Sherlock dört
bir yanımızı kuşatan gösteriş merakında, nesnelere sahip olma ve daha fazla
tüketerek varolma telaşında nasıl kirlendiğimizi yüzümüze çarpıyorlardı adeta.
Modern hayattan vazgeçip, Olimpos’un tanrılarının eline bırakmışlardı
kaderlerini. Kader demişken, Olimpos tüm alınyazılarını yeniden yazdırır
insana: Hayatın hızına yetişme hırsı insanoğlunun bir aldatmacasıdır ve insan
paylaştıkça, etrafı dostlarıyla dolup taştıkça gerçekten yaşamış sayılır…
Musa Dağı, Seni Yeniden Görmek Varmış…
İki saatte tırmandık seni Musa Dağı, kahvaltı yapmadan, dinlenmeden, Mehmet
önde ben ortada Altuğ arkada. Yüreğim parça parçaydı geçerken patikalarını, her
adımımda geçmiş sanki silinip gidiyordu kafamdan, hatıralar yok oluyordu, kalp
ağrıları iyileşiyordu. Mehmet olmasaydı Musa Dağı, seni iki saatte bitiremezdik
ve ben yosun tutmuş ismini bu kadar cesurca Çoban Kulübesine kazıyamazdım. Ey
koca Musa Dağı, içindeki karanlığı gördüm bir kere, girdabının melalini
biliyorum, o yüzden her molada Mehmet’e ve Altuğ’a içimden teşekkür ettim, zira
onların sayesinde karanlık ve melal seher vakti aydınlığına ve sonsuz ufuklara
dönüştü. Adrasan’a inerken gülüyordu Musa Dağı, köşe bucağını mor çiçekle
donattı benim için, Mehmet’in varlığına dutlar ikram etti, Altuğ’un sabrı için
portakallar sundu.
Likya, Gelidonya Feneridir!
Deve Çiftliği’nde ortalığı kasıp kavuran rüzgârın çığlığını duyduğunuzda
şaşırmayın yahut sarp kayaların geçit vermediği ıssız ve tekinsiz yollardan
mavinin bin bir tonuyla boyanmış gökyüzü ve deniz manzarası eşliğinde yürümeye
başladığınızda heyecanlanmayın, zira en güzeli yolun sonunda: Gelidonya Feneri!
İşte en sevdiğim iki kelime daha! Likya yolu Gelidonya Feneri demektir! Hele
bir de bizim gibi saatlerce yeşil ve mavi dışında hiçbir renk görmediğinizde,
Fener’in beyazlığı asaletiyle deler geçer Akdeniz’i. Rüzgârı, denizi ve
gökyüzünü tarihle buluşturur, yalnızlığın korkunçluğu değildir en uca gidip,
gözlerinizi kapatıp, kollarınızı açtığınızda hissettiğiniz: Mutluluğun hınzır
gülüşüdür. Titrersiniz, sonra birden yağmur başlar, dalgalar daha bir sert
vurur kıyıya, akıntılar raydan çıkmış tren gibi savrulur dört bir yana,
bulutlar tepenize çöker ve size sadece yağmurluğunuzu giyip, bir köşeye sinmek
kalır.
Yıllar önce bir otobüste iki kişilik kurulan bir hayal olarak başlayan
Likya maceramın yegâne amacı Gelidonya Feneri’ni görmekti. Oysa hayali güzel kılan
her daim ertelenebilmesidir. Ertelendikçe büyür, büyüdükçe kusursuzlaşır ve
nihayetinde olgunlaşır. Ben hayalimi altı yıl erteledim, üç kişi ekleyerek
büyüttüm, Altuğ ve Mehmet’le yürüyerek kusursuzlaştırdım. Gelidonya Feneri, tüm
Likya yolunun ortası gibidir haritalarda, aldanmayın! Fener olgunlaştırıcı bir
başlangıçtır; unuttuğunuz sevdaların, unutamadığınız dostlukların yeni baştan
yazılmasını ve yepyenilerinin yaşantılanmasını mümkün kılan rengârenk bir sayfa
açar önünüzde.
Dostlarla yürünen Likya yolu gizemlidir, içine çeker, büyüler, hatta bazen
afallatır. O yüzden ne mi yapın, önce Likya’yı hayal edin, sonra dost edinin ve
ardından yürüyün. İnanın bana, Likya’yı yürüme hayali, gerçekleştikçe
tükenmeyen tek hayaliniz olarak kalacak…
Rabia
Sağlam
Ağustos
2014