|
Sabah güneşi manzara ile birleşince doyumsuz güzellikler çıkıyor karşımıza |
|
Zaman zaman darlaşan ve bacaklarımızı çizen patikalardan yürüyoruz |
|
Bacaklarımızın çizildiği dar sayılabilecek bir patikadan yürüyoruz. |
|
Deniz hemen dibimizde. Karşıda 150mt.lik Alttepe'si. |
|
Deniz o kadar durgun ki buralarda suyun dibi çamurumsu. |
|
Bu bölgede yürüdüğümüz ender düzlüklerden biri. |
|
Denizin sıfır noktası. Çamur olmamak için taşların üzerinden atlıyoruz. |
Önümüzde bildiğimiz kadarıyla uzunca bir süre su yok. Zaten tüm kaynaklarda buralarda sarnıçlar haricinde su olmadığı yazılıyor. Su konusunda idareliyiz. Yolun başında rastladığımız Türk gezgin bize biraz ileride denize girdiğini, denize girdiği yerde suyun oldukça serin olduğunu, bunun da sebebinin denizin dibinden tatlı suyun kaynıyor olması olduğunu ve denizin içinden su içtiği söylüyor. Su normal olarak biraz tuzluymuş ancak susuzluğunu almış. Kendisine çok fazla yolunun kalmadığını belirtiyoruz ve vedalaşarak yolumuza devam ediyoruz. Bizim de çok zorlu bir parkurumuz yokmuş bugün için. Biliyoruz ama teyit ettirmek kafamızı rahatlatıyor. Kendisi uzunca bir süre yürüyüp yolun ortalarında kamp attığı için suyu içmiş olması gayet normal. Biz henüz o kadar susamadık. Burasını tarif edecek olursak Üçağızdan çıktıktan 2 km. sonra patikanın bir anda derin bir yar ile kesildiği ve üzerinden atlayarak yola devam ettiğimiz yer şeklinde tarif edebiliriz. Zaten suya baktığınızda o kadar sakin denize nazire yaparcasına kayanın dibinden kaynayan suyu fark edeceksiniz. Muhtemelen suyun kaynadığı bu nokta haritalarda varlığının görülüp gözle görülmeyen Kabatat Deresi mevkiisi.
|
Alttepe ve tekneler çok güzel manzaralar oluşturuyor. |
|
Buralarda manzara seyretmeye
dalıp adımlarınıza dikkat etmeyi unutmayın |
|
Parkurda işaret sorunumuz da yok. |
|
Bu bölgelerde deniz de oldukça sığ. En fazla 5-6 metre. |
|
Yürürken zaman zaman kayaların üzerinden de atlamak gerekiyor. |
|
İşte su kaynağı. Sol taraf deniz. Hemen yolumuzun üzerinde. Görmemek imkansız. |
|
Su kaynağı işte tam burada. Dikkatle üzerinden atlıyoruz. |
Kayaların arasından her ne kadar geniş sayılabilecek patikalardan yürüyor olsak da yürüdükçe kayaların aralarından fışkırırcasına çıkmış dikenli çalılar bacaklara ızdırap vermeye başlıyor. Sorun sadece dikenlerin sürtünmesinde değil, sürtündükçe bacaklar alerji olmuşuz gibi kabarıyor ve çok kaşınıyor. Altuğ yanımızda getirdiğimiz tozlukları giymeye karar veriyor. En azından "Çantamda yol boyunca boşu boşuna taşıdım" demeyecek. Mehmet ise eşofman altı giymeyi tercih ediyor. Hazır mola vermişken sivri bir kayanın tepesinde lavaş, ton balığı ve bal ile kahvaltımızı da aradan çıkartmaya karar veriyoruz. Bir yandan etrafımızı da inceleme fırsatı buluyoruz. Bu coğrafyada yeryüzü şekilleri o kadar girintili çıkıntılı ki, daha önce de belirttiğimiz gibi buralarda onlarca doğal liman var.
|
Üçağız koyunun sonlarına yaklaşıyoruz. |
|
Tozluk ve eşorfman giyince yürümek biraz daha rahat hale geldi. |
Molanın ardından yürüyüşümüz devam ediyor. Üçağız iyice gerilerde kalmış durumda. Üçağız'dan çıktığımızdan bu yana 3 km.yi sahil kenarından yürüyerek geçirdikten sonra patikalar bizi denizden içerilere sokmaya başlıyor. Zaten Üçağız koyunun sonlarına da gelmiş durumdayız. Bu bölgelerde işaret konusunda hiçbir sıkıntı yaşamıyoruz. Etraftaki kayalar çok sağlam ve tek parça olduklarından, üzerlerine çizilmiş kırmızı ve beyaz çizgiler yıllarca bozulmadan kalacak şekilde. Patika deniz seviyesinden yükselmeye başlıyor ve deniz seviyesinde yer yer neredeyse bir ayak genişliğinde olan patika yerini kıvrıla kıvrıla giden yemyeşil ufak düzlüklerin arasından kıpkırmızı toprak patikalara bırakıyor.
Denizin ortasındaki iskeleyi geçtikten sonra Üçağız koyunun en dip bölgelerinde deniz iyice sığ oluyor hatta bu bögelerde sahil koyun çok fazla akıntılı olmaması sebebiyle çamur gibi duruyor. Hatta su içerisinde büyümüş sazlıklar bile gözüküyor buralarda.
|
Bugünün ilk etaplarından birini tamamlamak üzereyiz. |
|
Üçağız koyunun sonu işte burası. |
|
Üçağız'ın dibini gördük. Koyun batısının en uç noktasındayız. |
|
Yollar dar. Şartlar çetin. Batonları saplayacak yer bile olmayabiliyor zaman zaman. |
Deniz seviyesinden hafifçe yükselerek denizi arkamızda bırakıyor ve içeriye doğru girmeye başlıyoruz. Başlangıçta dar kayalar arasından biraz zorlanarak ilelesek de bu çok uzun sürmüyor ve 5 dakika sonra Kekova'nın o geniş düzlükleri ile başbaşa kalıyoruz. Kekova'nın o meşhur mantar şeklindeki Sıçak Yarımadası'na doğru ilerlemeye başlıyoruz. Yolun düz ve 8. gün parkurumuzun çok uzun olmaması sebebiyle akşam Boğazcık'a geç kalmak gibi bir tasamız yok. Keyfimiz yerimizde.
Deniz kenarı yürüyüşümüzü tamamlayıp içerilerde yolumuza devam ettikçe sıcağın da bastırmaya başladığını anlıyoruz. Yol oldukça rahat yükseliyor ancak bu bölgelerde yükselmek demek deniz seviyesinden yüzlerce metre tırmanmak değil. sıfır noktasından 50-60 metrelere çıkıyoruz. Hepsi bu. Yine de bünye düz yolda o kadar yürümeye alışıyor ki bu kadar yükselmek bile tırmanmak gibi geliyor insana.
|
Üçağız Koyu bitti. Hatırası kaldı. |
|
Yeniden içerilerde ilerliyoruz. |
|
Tırmanış başlıyor ama çok dik değil. |
|
İşaret sorunu yok, patika rahat. Kekova'nın göbeğindeyiz daha ne olsun? |
Değirmenlik mevkiisindeyiz. Denizin içeriye doğru karayı ince uzun oyduğu, artık varlığının belli olmadığı Değirmenlik deresinin denizle buluştuğu onlarca Kekova koylarından biri. Yaklaşık 100 metre kadar içeriden geçiyoruz. Bu ince uzun koy aynı zamanda Kekova Adası ve Sıçak yarımadasının arasındaki boğazın tam karşısında. Bu boğazın ortasında da Karakol Adaları olarak da bilinen Kara Ada ve Topak Adaları var. Tempomuz oldukça iyi ve Değirmenlik bölgesini geçtikten 5-10 dakika sonra işaret sorunu olmayan (zaten yanlış bir patikaya girebilmeniz gibi bir ihtimal yok) parkurda yükselerek Üçağız'ı Kekova için yüksek sayılabilecek bir konumda Üçağız'ı tepeden seyretme fırsatını buluyoruz. Deniz seviyesinden buraya kadar yaklaşık 1 km. hafifçe tırmandık ve geniş sayılabilecek patikalar arasından buraya geldik.
|
Üçağız'ı tepeden gören bir noktadayız. |
|
Çıkışımız devam ediyor ama zor değil. |
|
Değirmenlik mevkiisindeyiz. |
|
Bolca zeytin ağacının olduğu geniş sayılabilecek bir patikadan yürüyoruz. En azından dikenli bölgeleri arkamızda bıraktık. |
|
Aperlae bölgesine doğru ilerliyoruz. |
Zor olmayan kısa çıkışımız 10 dakika daha sürüyor ancak bu sefer patika biraz daha dar ve kayalık haline geliyor ancak yürümek zor değil. belki de biz adapte olduk doğal ortama. Kimbilir? Yükseldikçe eskiden çoban yerleşimi veya ağıl olarak kullanılmış taş bina ve bahçe duvar yıkıntılarının olduğu bir bölgeye varıyoruz. Düz patikada ilerlemeye başladığımız anda inanılmaz bir kara sinek akınına uğruyoruz. Yüzbinlerce, milyonlarca... Anlatılamayacak kadar çok. Her yerdeler, kaçış yok. Kulağımıza, gözlerimize, burnumuza, kollarımıza heryere hücum ediyorlar. Bir ara yoğunluk o kadar artıyor ki boğazımıza kaçacak diye nefes alabilmemiz bile çok güçleşiyor.
Uzun bir düzlüğe varıncaya kadar, bir bakşa deyişle yıkık ev ve ağılları geçene kadar çilemiz devam ediyor. Yürüdükçe sonuna geleceğiz biye zannediyoruz ancak nafile. Etrafta da otlayan hayvanlar var. Sineklerin sebebi kesin bunlar olsa gerek veya yıkık ağıllarda bu sinekleri burada üretecek miktarda gübre var. Bu arada buralarda gözümüze telefon direkleri çarpıyor. Muhtemelen Aperlae'deki yerleşime giden hatlar bunlar.
|
Sinek çilesi başlıyor. |
|
Sinek çilesinin tam ortasındayız. Fotoğraf çekebiliyor olmak bile şans. |
|
Kıpkırmızı toprak önümüze patika oluyor. |
|
Buralardaki binalarda kalan yok genelde ağıl görevi görüyor. |
|
Kekova'nın yağmuruna çamuruna şahitlik etmiş yaşlı bir ağaç. Bu kadar bodur ağacın arasında çok farklı ve özel duruyor. |
Kulaklarımızda sinek vızıltısı, tepede güneş, toz toprak içinde dakikalarça yürüyoruz adeta koşarcasına. Sinek bulutu etkisini çok geniş bir düzlüğe ulaşmadan önce yıkıntıları arkamızda bıraktıktan hemen sonra yitirmeye başlıyor. Düzlüğe varmadan sinek kolonisinin sınırlarının bu bölgeler olduğu anlıyoruz, artık ortalık sessiz. Yaşını başını almış ağaçlar bu düzlükte tek başlarına yıllara meydan okuyorlar besbelli. Kimbilir kaç gezgini, kaç çobanı gölgeledi bu güne kadar? Geniş düzlükte tek tük hayvanlar ve sarnıç tarzı su toplama havuzlarını görüyoruz. Kekova'da bu tür havuzlardan onlarca var. Bugünün şartlarında içerisinde toplanan su kullanılacak gibi değil ama hayvancılıkla uğraşanlar hatta burada yaşayanlar için bu tür havuzlar kurak geçen aylarda susuzluğa tek çare. Bunu 1 saat sonra mola vermeyi düşündüğümüz Purple House'da daha iyi anlayacağız.
Geniş düzlüğü geçtikten sonra tüm Likya Yolu yürüyüşümüzün ilklerinden birini yaşıyoruz. Büyükbaş hayvanla karşılaşıyoruz. Komik gelebilir ama şaşırmamak elde değil. Yolculuğumuz boyunca keçi ve koyun haricinde değil büyükbaş, küçükbaş hayvan bile görmedik. Bu bölgeler için keçi biçilmez kaftan ama küçük bir dana yavrusu arkamızdan bizi uğurlayana dek şaşkınlığımız devam ediyor.
|
Sinek istilası bitti. Yolumuz şimdi daha rahat. |
|
Bu su kuyuları, sarnıçlar bu bölgede hala bir gereksinim. |
|
İşaret sorunumuz da yok. Yürüyüşümüz oldukça keyifli devam ediyor. |
|
Trene bakan, Likya Yolu boyunca gördüğümüz ilk büyükbaş hayvan. |
|
Sıçak Yarımadasına doğru yaklaşıyoruz. Bu sefer iniş başladı. |
Düzlüğü arkamızda bıraktık. Patika yeniden taşlık ve dar hale geldi. Patika bizi hafifçe denize doğru, karşıda zirvesini gördüğümüz Sıçak yarımadasına doğru indiriyor. İnişe geçtiğimiz sırada 3 kişilik bir turist grubu ile karşılaşıyoruz. Amerikalı olduklarını öğrendiğimiz bu Likya Yolu gezginleri hallerinden gayet memnunlar. Bize kalan yolu ve yol durumunu soruyorlar, onlara can havliyle söyleyebildiğimiz tek şey hemen ileride milyonlarca karasinek olduğu. Şaka bir yana 5 dakikalık kısa sohbetin ardından biz de mola vermeyi planladığımız Purple House'a çok yolumuz kalmadığını öğreniyoruz ve yola koyuluyoruz yeniden.
|
Bu bölgede işaret sorunu da yok. |
|
Sahile doğru iniyoruz. |
|
Ayakta, çanta çıkarmadan soluklanma molası. |
|
Bekle bizi Aperlae!!! |
Yol ağaçların arasından devam ediyor ve turistlerle vedalaştıktan 10-15 dakika sonra karşımızda Sıçak yarımadası ve doğusunda kalan koyu görmeye başlıyoruz. Kısa bir yürüyüşün ve deniz seviyesine inmemizin ardından da deniz kenarında bir kulübe ve önünde bağlı tekneyi de görüyoruz. Kaynaklarda burada su bulabileceğimizi söylemişlerdi ancak bu küçük yerleşimde hareket görünmüyor. Buralara araç yolu olmadığından ve tüm malzemelerin tekne ile buraya taşındığından 500 ml küçük suya bile fahiş bir fiyat verebilecegimizi yazılı kaynaklarda okumuştuk. Bir ön yargı yaratmak da istemeyiz ama hesaplı da olabilir. Gerçi yanımızda su ve yemek sıkıntımız yok ama yine de bir selam vermek için kulübeye yaklaşıp ses versek de karşılığını alamıyor ve zaman kaybetmeden karşımızda heybetle duran Sıçak Yarımadası'nın batı koyuna yani Aperlae'ye doğru yürüyüşe geçiyoruz.
|
Deniz yeniden karşımızda. Sahile iniş başladı. |
|
Sıçak Yarımadasının doğu tarafındaki koya iniyoruz. |
|
Yeniden denizin dibindeyiz. Ortalıkta kimseler gözükmüyor. |
|
Üçağız yönüne doğru bakıyoruz. Burada bir sakin sakin ömür geçer. |
|
Koy içerisinden bir manzara daha. Aperlae'ye devam etme zamanı. |
Kulübe ve iskeleyi arkamızda bırakarak neredeyse hiç mola vermeden ilerliyoruz. Bacaklar, omuzlar, sırt ve ayaklar artık tam anlamıyla antrenmanlı. Formumuzun adeta zirvesindeyiz diyebiliriz, zira tren gibi ilerliyoruz yollarda. Kulübeden ayrılırken patika biraz dar gibi gözükse de 5 dakika bile geçmeden yol iyice düzleşiyor. Hatta yol o kadar dümdüz ki çok ileride Aperlae'de bulunan tek tük yapıları bile görebiliyoruz. Buralarda yürüyor olmak büyük bir keyif. Bulunduğumuz yer bir çanak aslında. Sol tarafımızda haritaya baktığınızda daha iyi anlayacağınız mantar şeklindeki Sıçak Yarımadasının yüksek sayılabilecek blok halde tepeleri (en yükseği 286 mt.lik Kuyubelen ve 196 mt.lik Kısıkbelen bunlardan en yüksekleri), sağ tarafımızda ise bulunduğumuz noktadan gözükmeyen Kılıçlı köyüne çıkan tepeler var. Sıçak Yarımadasındaki tepeler çoğunlukla Maki ağırlıklı bitki örtüsüyle kaplı. Aralarında çam, zeytin ağaçları fark edilebiliyor. Makiler genelde meşe ağırlıklı. Yerleşime kapalı olan Sıçak Yarımadası tamamen bakir güzelliğe sahip. Sıçak Yarımadasının doğu ve batı koylarını birbirine bağlayan boğazdan Aşar Koyu yani Aperlae'ye (Kaş tarafındaki batı koy olan Aşar Koyu) doğru 1.5 km.lik düz bir yürüyüş yapacağız.
|
Solumuzda Sıçak Yarımadası. Dümdüz bir ovadan yarımada'nın batı koyuna yani Aperlae'ye doğru yürüyoruz. |
|
Burada görünen tek teknoloji: Eski telefon direkleri |
|
Muhtemelen ağıl olarak kullanılılan eski yapılar. |
|
Yıllara meydan okuyan yaşlı zeytin ağaçları. |
|
Purple House'a yaklaşıyoruz. |
|
Altuğ'un tozlukları burada çok işe yaradı. |
Dümdüz arazinin ortasında Aperlae'ye doğru giden telefon direklerle beraber ve direklerin üzerindeki kırmızı beyaz işaretlerin eşliğinde yürüyoruz. Aperlae'ye yaklaştıkça patikanın sağ tarafında yıkık taş kulübeler dikkatimizi çekiyor, yol boyunca bugün çoğunlukla hayvanların su ihtiyacı için kullanılan üstü açık sarnıçlar, daha doğrusu çamur havuzları da var. Aperlae tam karşımızda ve yolun sonunda bizi cennet gibi bir yerin beklediğini nereden bilebilirdik ki. Tempomuz çok güzel ve burayı yürüyor olmaktan dolayı aldığımız haz gerçekten tarifsiz. Aperlae'ye gittiğimizde daha iyi anlayacağız ki buralar son yıllarda klişeleşmiş, üzerine kitaplar düzülmüş "ölmeden önce görmemiz gereken yerler" listesinde kesinlikle olmalı.
İşaretler ve patika bizi direk olarak Purple House'a götürüyor. Neredeyse 100 yılı aşkın tarihi olduğunu öğreneceğimiz dededen kalma eski taş ev karşılıyor bizi. Bu bölgede taş evlerin dizaynı da şekli de birbirine benziyor. Buranın işletmecisi güleryüzlü Rıza Cüce ve buralarda yalınayak yürümeye alışmış tatlı oğlu karşılıyor bizi. Zeytin ağacının gölgesindeki çardağa buyur ediveriyor. Saat 11:20 ve yaklaşık 3.5 saatte Üçağız'dan Aperlae'ye vardık.
|
Burada hemen hemen tüm yapılar öyle yıkık halde. |
|
Bir başka su kuyusu daha karşımıza çıkıyor. Buralarda susuzluk büyük problemmiş. Halen de öyle ama |
|
1.5 km.llik yürüyüün ardından Aperlae'nin kurulduğu Aşar koyu gözüküyor. |
|
Aperlae'ye ulaştık. Purple House karşımızda. |
|
Purple House |
|
Purple House'da Rıza, tatlı oğlu ve köpekleri tarafından karşılanıyoruz |
Tozlukları ve ayakkabıları çıkartıp yaşlı zeytin ağacı gölgesindeki çardakta dinleniyoruz. Çevrede geceden kamp yapmış, Aperlae'nin keyfini çıkartan yabancı turistler var. Rıza ne içeceğimizi sorduktan sonra sularımızı bitirmemek için bir büyük suyun yanına kahvekolik Altuğ hemen neskafe, Mehmet ise daha once adını bile duymadığı bir otun çayını istiyor. Yıllar önce Kelebekler Vadisinde ve Kabak Koyunda hissettiğimiz o özgürlük duyguları etrafımızda. Çok çok eskilere gitmeden oraların 80'li, 90'lı yıllarını yaşamış olanlar daha iyi anlayacaklardır ne demek istediğimizi. Daha oralar tam anlamıyla keşfedilmemişken, sakin sakin oturur sadece etraftaki böceklerin ve rüzgarın sesini dinler, yarı uyuklayarak huzur içinde günlerimizi geçirirdik. Aperlae da aynen bu hissi bize veriyor. Sadece bilenlerin geldiği veya Likya Yolunu yürüyen gezginlerin nefeslenmek, birşeyler atıştırmak veya 1-2 gün bedenlerini yeniden şarj etmek için mola verebildikleri, motorlu taşıt sesinden kirlenememiş bir vaha sanki.
Rıza’nın küçük oğlu gördüğümüz en özgür çocuk. Bütün gün doğanın içinde kedilerin, köpeklerin peşinde, mutlulukla büyüyüp gidiyor. Rıza burada kurduğu düzenle kendi ayakları üzerinde duran, ne yaptığını bilen bu topraklarda doğmuş iyi bir insan. Suyunu kışın birkaç ay yağan yağmur sularından elde ederken, elektriğini de buralara yolu düşmüş bir Alman turistin sonradan ona posta yolu ile hediye olarak göndereceği akülü küçük bir rüzgar gülünden karşılıyor. Hemen gözümüzün önünde pırpır dönüyor. Buzdolabı 12 Voltluk, elektriği el lambalı, odun ocakları ve laptopu var ama interneti cep telefonları tek nokta çektiği için çok performanslı değilmiş. Geceleri biraz hızlı oluyormuş. İki nokta çekim performansı. Yeterince doğal şartları var.
|
Purple House'un sayısız turisti ağırlayan bahçesi |
|
Likya Yolu'nu yürüyen burada mutlaka duruyor ve mümkünse konaklıyor. |
Sessizlik ve huzur. Burada hepsi fazlasıyla var. Bu bölge turist açısından oldukça hareketli denebilir. 10-15 dakikada bir turist geliyor ve neredeyse herkes burada bir mola veriyor. Rıza ve eşi buradan yolu geçen turistleri yine turistlerden öğrendiği akıcı sayılabilecek ingilizceleri ile "Hello would you like a drink? Tea coffee, coke, beer?" şeklinde karşılıyorlar.
Rıza bize buranın tarihinden biraz bahsediyor. Buradan çıkan bir deniz kabuklusundan elde edilen mor renginin kumaş boyası için kullanıldığını ve avrupada Vatikan dahil çok yere gönderildiğini söyledi. Bu aynı zamanda tarihteki ilk doğal kumaş boyasıymış. Tabii bu bir çeşit canlı katliamı aslında. Hala bu kabukluları burada görebilmek mümkün ancak boya oprasyonu yok tabii. Hatta Rıza burada temelli olarak yaşamaya başladığında bu duruma o kadar üzülmüş ki önündeki denizden balık bile yakalayıp yemiyor. Hatta sütünden yararlandığı keçiyi bile kesip yiyemiyor. Kısacası vejeteryan olmuş diyebiliriz. Buranın adını Purple (Mor) House koyduğuna sonradan pişman bile olmuş ama iş işten geçmiş çünkü yerli yabancı tüm kaynaklara işletmesinin adı Purple House olarak girmiş bile.
Bize Aperlae için yazılmış bilimsel makaleleri getirip gösteriyor ve bizden daha fazla makale elde edip edemeyeceğimizi kendisine yardımcı olmamızı istiyor. memnuniyetle kabul ediyoruz. Altuğ makalenin arkasındaki referansların fotoğrafını çekiyor. Aperlae ile ilgili yazımızı yazdığımız tarihe kadar Altuğ 10'a yakın makale bulmuştu ve kendisine küçük bir hediye ile Üçağız'da yiyecek, içecek aldığı bakkala bunları göndereceğiz.
|
Rıza'nın bize gösterdiği, gözü gibi baktığı makale. Kendisine yenilerini göndermek için söz verdik. |
Yürüyüş performansımızın iyi olduğunu anlayan Rıza Boğazcık'a en fazla 2-2.5 saatlik yolumuzun kaldığını söyleyince Aperlae'de biraz daha zaman geçirebileceğimizi düşünüyoruz. Çardakta bir süre dinlendikten sonra fotoğraf ve keşif için etrafta kısa bir yürüyüşe çıkmaya karar veriyoruz. Keşke zamanımız olsa da şnorkel yapabilsek çünkü burası şnorkel için ideal bir yer. Rıza'dan şnorkel temin etmek mümkün. Zira Aperlae'nin bulunduğu Aşar Koyu'nın suları altında batık bir şehir var. Ne yazık ki, 2.5 saatimiz bile kalmış olsa akşam Boğazcık’da olmak için vakitlice yola düşmemiz gerekiyor.
Sahile giderek fotoğraflar çekiyoruz. Denize gömülü tarih, surlar, lahitler arasında geziniyoruz. Sahildeki iskelenin önünde güneşlenen turistler ve şnorkel yapan turistler de var. Masmavi bir deniz var önümüzde. Cennette gibiyiz.
Tekrar çardağa dönüyoruz ve bir çay molası daha verip öğle yemeğimizde özlediğimiz ton balığı konserve lezzetine yeniden kavuşuyoruz. Bu arada Boğacık yönünden gelen sırtında bizim çantalardan kat be kat ağırlıkta sırt çantası ile yaşlı Alman turist çıkageliyor. Çantasını sırtından resmen yere atıyor ve Rıza'nın ne içeceğini sormasına fırsat vermeden “beer????” diyor. Gelir gelmez eline aldığı birayı adeta tek nefeste mideye indiren ve hemen bizimle sohbete koyulan bu Alman turist, Likya Yolunda karşılaştığımız en renkli simalarından biriydi desek abartmış olmayız. Unutulması zor bir sohbet anı daha hafızalarımıza kazınıyor. Siması Ara Güler'i andıran bu güler yüzlü Alman'a "ihtiyar" demek küfür etmek gibi olur kendisine. Tek başına buralarda bu kadar yüklü çanta ile keyifle yürüyor ya söyleyecek sözümüz yok. Bavyera'lı bu ihtiyar delikanlı 5 dakika içerisinde 2 birayı mideye indiriverdi ve bu kısa süre içerisinde bizi 20 kere güldürmüştür herhalde.
|
Purple House ikonu. |
|
Aperle'de konaklama imkanı çadır şeklinde. |
|
Gelirgelmez birayı yorgun gövdesine indiren Bavyera'lı turist |
|
Neşen her daim olsun. Sana helal olsun. Bu yaşta senden örnek alınacak çok şey var |
Verdiğimiz 2.5 saatlik mola sonunda aküleri iyice doldurduk. Saat 14:00. Hareket zamanı. Rıza ile vedalaşıp hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmiyoruz. İçtiklerimizi ödemek için harekete geçtiğimizde Rıza bizden kesinlikle para almak istemiyor. Ödemeyi yapamıyoruz haliyle. Toplu bir fotoğraf ve halinden memnun Bavyeralı ihtiyar gezgin ile de fotoğraf hatıramızdan sonra yola devam ediyoruz.
Bu arada Aperlae'den ayrılırken tarihte güneye yani Afrika'ya gideceklerin yola çıkış noktalarından biri olan Aperlae hakkında bazı bilgiler vermek yerinde olur diye düşünüyoruz:
Aperlae, M.Ö. 400'lerde kurulmuş Likya kenti olup Kaş veya Üçağız'dan tekne ile veya Kılıçlı köyünden yürüyerek Apollonia'yı da gördükten sonra ulaşılabilmektedir. Bügünkü Kaş ile Kekova arasında arasında bulunan Sıçak Yarımadası'nın eteklerinde yer alıyor. İsinda, Simena ve Apollonia ile birlikte Likya Birliği içerisinde bulunan Aperlae aynı zamanda birliğin başı olarak da görülür.
Deniz kenarından başlayan Roma dönemine ait yer yer görkemli surlar, aralıklı kulalerle takviye edilmiştir. Surların dışındaki kalıntılar Bizans sonrası dönemden kalmadır. Surun güney tarafı ise çok harap vaziyette olup iki yanında kulelerle takviye edilmiş bir ana giriş kapısı da bulunuyordu. Kuzeybatı köşesinde bir kilise ve güneydoğu köşesindeki şapel dışında belirli bir yapı bulunmamaktadır.
Surun doğusunda yani "Purple House" tarafında hemen hepsi yuvarlak kavisli kapağa sahip çok sayıda lahit bulunmaktadır. Bunların bazıları erken dönem surları ile sahil arasında yeralmaktadır. Bu alanın daha sonra duvarlarla çevrilen şehre ait olduğu anlaşılmaktadır. Aperlae'nin rıhtımı ve buna bağlı yapılar bugün su altında kalmış olup deniz altındaki görüntüler karadan veya denize girerek çok iyi izlenebilmektedir. Purple House'dan deniz gözlüğü temin edebilirsiniz.
Henüz kapsamlı bir kazı yapılmamış olan Aperlae'de 1996 yılında Maryland Üniversitesi'nden gelen bir ekip tarafından yapılan incelemede şehrin ana geçim kaynaklarından birinin deniz kabuklarından elde edilen mor rengin (Tyrean Purple) üretimi olduğu öne sürülmüştür. O dönemler bu renk sadece Roma'lı asiller tarafından kullanılmaktaydı. Daha sonra mor Vatikan'da üst rütbeli din adamları tarafından kullanılmaya başlandı. Şehrin adı yabancı kaynaklarda Aperlae olarak geçse de Türkçe basılı kimi kaynaklarda Aperlai olarak da geçer.
Aperlae'nin, Ortaçağ'a kadar yalnızca burada yetişen bir tür deniz salyangozundan elde edilen mor boyası ile ünlü olduğu biliniyor. Bizans döneminde soyluların ve hıristiyan din adamlarını kıyafetlerinin boyanmasında kullanılan boyanın elde edildiği salyangoz kabuklarından mor renk elde edim işlemi sırasında çok ağır bir koku meydana gelmesinden dolayı eski zaman seyyahları bu şehrin kötü bir kokusunun olduğundan bahsederler. Aynı zamanda Anadolu’da ilk kumaş boyasının da kullanıldığı yerleşim merkezidir Aperlae.
|
Rıza ile hatıra fotoğrafımız |
|
Mola verdiğimiz çardak arkada. Bu saygıdeğer Alman gezginle hatıra çektiermesek ayıp olurdu. |
|
Çıkış başlıyor... |
İç geçirerek saat tam 14:00 itibariyle, Rıza’nin “Mutlu2” isimli motorsuz kayığına da selam ederek tekrar yola koyuluyoruz ve az önce fotoğraf çektiğimiz antik kalıntılarınn arasından tepeye doğru tırmanıyoruz. Bu tırmandığımız 360 metrelik Yassıca Tepesi Likya Yolu parkuru üzerinde bulunan Kekova bölgesindeki tek uzun mesafeli, yaklaşık 5-6 km.lik bir tırmanış denebilir. Bir tehikesi yok ama o kadar düz araziden yürüyünce 350 metrelik Yassıca çıkışı dağ gibi gelebilir bazılarına. Çıkış zaman zaman dikleşse de antik kalıntılar, arkamızda bıraktığımız kuşbakışı Aperlae ve Üçağız bölgesinin olağanüstü manzaraları eşliğinde buraları tırmanarak bile yürümek keyif veriyor.
Her yanımızda lahitler. Açık hava müzesinin içindeyiz adeta. Arkamıza sürekli bakarak manzarayı seyrediyoruz. Artık doğaya tamamen ayak uydurmuş vaziyetteyiz. Purple House'dan ayrıldığımız 5 dakika oldu ve o kadar hızlı yükselmişiz ki Aşar Koyu tüm ihtişamı ile gözümüzün önünde. Lahitlerin, dibeklerin, sur ve yerleşim kalıntılarının arasından slalom yaparak rahat bir patikadan, hatta zaman zaman Aperlae'nin binlerce yıla meydan okuyan merdivenlerinden Yassıca'ya doğru yükseliyoruz.
Yaklaşık 500 metrelik bir yürüyüşün ve halen ayaktaki surlara çok yakın bir noktadan geçerek tavanı kemerli ancak çoğunluğu çökmüş bir sarnıcın dibinden geçiyoruz. Aslında suyun dolu olduğu tüm yapı sarnıç olmayabilir zira su içerisinde kapılar da göze çarpıyor. Bu bölgede daha önce kazı yapılmadığı aşikar ve gün ışığı ile buluşmayı bekleyen önemli bir tarih hazinesi yatıyor.
10 dakikalık bir yürüyüşün ardından halen aktif bir ağıl olarak kullanılan yapılara geliyoruz. Buradaki ağılların da çok yakın zamanda inşa edildiğini sanmıyoruz açıkçası. Sürekli yenilenerek bugünlere gelmiş olmaları kuvvetle muhtemel. Çünkü sarnıçları bile var. Zeytin ağaçları gölgesindeki, muhteşem manzaraları ile bu binalarda bir ömür sessiz sedasız geçer diye düşünmeden edemiyoruz bir an.
|
Burası sarnıç değil muhtemelen. Yerin altında kilise türü bir yapı var |
|
Bu yapının tavanı kemerli. Hatta oda bile göze çarpıyor. |
|
Bu evlerde konaklama yok. Ağıl amaçlı kullanılıyor besbelli |
|
Bu bölgede biririne benzer 4 yapı var. |
|
Çıkışımız döne döne devam ediyor. |
|
Temizliği tartışılabilecek bir su kuyusu da bu civarda karşımıza çıkıyor. |
Yaklaşık 1.5-2 km.lik bir çıkışı tamamladık ve evlerin hemen dibinden ve sarnıcın hemen yanından kıvrılarak yolumuza devam ediyoruz. Patika giderek yükseliyor ve kafamızı kaldırdığımızda hemen önümüzdeki tepenin arkasına geçeceğimiz belli oluyor. Artık yeryüzü şekillerini ve bizi ne beklediğini de az buçuk kestirebiliyoruz.
Yerleşimi arkamızda bıraktık ve yeniden doğa ile baş başayız. Kayalık sayılabilecek çok zor olmayan bir patikadan konuşa konuşa tırmanıyoruz. Tırmandıkça manzara daha bir kuşbakışı hale geliyor. Evleri arkamızda bıraktıktan 15 dakika sonra arkamıza baktığımızda Aperlae bulunduğumuz konumdan görünmüyor ancak Sıçak yarımadasının doğu koyu yani iskelenin bulunduğu koy, yarımada'nın doğu burnu olan Sıçak Burnu, burunun tepesindeki 196 mt.lik Kısıkbelen Tepesi, Topak, Kara ve Kekova Adalarını çok güzel bir konumdan görebiliyoruz. Manzaramız çok güzel olunca burada su ve manzara molası veriyoruz. Çok fazla zaman kaybetmeden çıkışımıza kaldığı yerden devam ediyoruz. Tempomuzu yeniden düzenliyoruz ve yaklaşık 20 dakikalık dar, taşlık ve dikenli sayılabilecek bir patikadan ancak fazla rahatsız etmeyen bir yürüyüşün ardan keçi seslerini duymaya başlıyoruz. "Çok yakınımızdalar galiba" derken hemen önümüze içlerinden biri çıkıveriyor.
|
Tırmanışımız devam ediyor. |
|
Aperlae iyice aşağıda kaldı. Karşımızda Sıçak yarımadası |
|
Üçağız tarafı da Yassıca Tepesine yükseldikçe görülebiliyor. |
|
Çıkış tepelere çıktıkça kayalık hale geliyor. |
|
İşte Kekova'nın gerçek bekçileri. Selam etmeden olmaz. |
Sonuçta onların mıntıkasındayız. Selam vermeden yola devam edemeyiz. Selamımızı verip benzer zorluktaki taşlıklı çıkış devam ediyor. Kuzeybatıya doğru yürüyoruz ve çıkışın sonuna yaklaştığımızın farkındayı çünkü keçiyi gördükten 10 dakika sonra tepeye ulaşmak üzere olduğumuzu düzleşmeye başlayan patikadan anlıyoruz. Bu arada Yassıca Tepesinin arkasına geçtiğimizde resmen başka bir basınç sistemine girdiğimizi fark ediyoruz. Aperlae tarafı ne kadar sıcak ve durgunsa, tepenin arkası da bir o kadar esintili.
İlerleyip zeytin ağaçları gölgesindeki bir sarnıca daha varıyoruz. Burası da hayvanlara su çekilen aktif sarnıçlardan biri. Suyu içilir mi bilinmez ama bulunduğumuz nokta Kılıçlı Köyüne yakın sayılabilecek bir nokta. Dolayısıyla temiz olmadığı aşikar olan suyu zorunlu olmadıkça kullanmak mantıklı bir hareket olmasa gerek.
|
Moladan sonra çıkışımız devam ediyor |
|
İşte bir su kuyusu daha. Temiz olduğunu sanmıyoruz. |
GPS'e göre 1 km.lik bir yolumuz kaldı bu tepeyi aşmamız için. zaten patika artık yorucu derecede dik değil ve araç yolu sayılabilecek genişlikte açılmış durumda. Karşımızda bulunan 500 mt.lik Kartalbaba, Kören ve Geyikören Tepelerinin ardında Kılıçlı Köyü var. Ancak bir Kılıçlı Köyünün yakınından geçerek Boğazcık yönüne sapacağız.
Yaklaşık 10 dakika süren 600-700 metrelik geniş patika çıkışımızın ardından bir açıklığa varıyoruz. Bu açıklığı geçerek işaret sorunu olmayan ince patikalar arasından 5 dakikalık bir yürüyüşle Kılıçlı köy yoluna çıkıyoruz. Tam köy yoluna çıktığımız yerde de lahitler ve yıkıntılarını gördüğümüz bir yapı gözümüze çarpıyor ve deniz seviyesinden 360 mt. ve 5-6 km. süren bu çıkışımız kısa bir mola ile 16:00 itibariyle tamamlanıyor. Buradaki sarı Likya Yolu tabelasında Aperlae 7 km. yazıyor ancak gerçek mesafe 5.5-6 km. civarı.
|
Çıkış dikliği azaldı. Kartalbaba, Kören ve Geyikören tepeleri hemen karşımızda. Kılıçlı Köyü bu tepelerin ardında. |
|
Yassıca Tepesine çıktık. Patika rahatladı. Hatıra zamanı. |
|
Sıcakta kendini gölgeye atmış bir çevre sakini. |
|
Asfalta az kaldı artık yolumuz düz sayılır. İşaret sorunu da yok. |
|
Bir patika bitiyor diğerine bağlanıyoruz. |
|
Bu kadar çıktık karşımıza halen kalıntılar çıkıyor. |
|
Kılıçlı-Aperlae arasını tamamladık. Asfalta çıktık. Patikayı karıştırınca uzaktan bize doğru yaklaşan köylüye sopacağız. |
|
Patikadan asfalta ama sadece 100 metre yürüyeceğiz. Köylüye sorduktan onra yeniden patikalara vuracağız kendimizi. |
Kısa bir süre de olsa (100-150 metre kadar) köy yolundan yürüdükten sonra yeniden patikalara girerek hemen karşımızda görünen Apollonia antik kentinin de bulunduğu 450 mt.lik Aşartepe'yi geçerek Çataltepe'nin eteklerinden Boğazcık'a inmeyi hedefliyoruz. Saat daha 16:00 ve bir sorun olmazsa 1 saatte Boğazcık'a inebiliriz gibi gözüküyor. Bugünlük son hedefimiz batıdaki Çataltepe etekleri arkasında Boğazcık köyü.
Yola çıktığımız sırada Kılıçlı'ya doğru yürüyen bir köylüye rastlıyoruz. Selamlaştıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Çevrede hayvan otlatan (genellikle keçi) çobanların sesini duyabilmek mümkün. Hatta bir tane kadın keçileri öyle bir ton ve ağız ile çağırıyor ki kahkahalarla gülüyoruz. Yol boyunca birbirimize böyle çığrıyoruz. Gerek bu sene gerekse geçen sene yürüdüğümüzde anladık ki keçiler gerçekten çok akıllı hayvanlar. Sahibinin sesini çok iyi tanıyorlar ve her keçi sahibi böyle garip sesler çıkartarak hayvanlarının kendisini daha çabuk ve kolay tanımasını sağlıyor.
Üçağız'dan buraya kadar en ufak işaret sorunu yaşamamışken yine yerleşime yaklaşınca işaret sorunu yaşamaya başlıyoruz. Asfalta çıkar çıkmaz yolun sağındaki kayalıkların üzerinde ilk ve son kırmızı-beyaz işaretleri görüyoruz. Asfalttan yürüyoruz ancak sağımızda solumuzda işaret aramamıza rağmen işaret göremiyoruz maalesef. Kaos yeniden başlıyor galiba.
Buralarda düzlük alan çok ve işaret görebilmek pek mümkün değil. Karşılaştığımız köylüden ve GPS'ten yardım almaya karar veriyoruz. Köylü bize Likya Yolunun hemen solumuzdaki çayırın üzerinden gittiğini söylüyor. Söyledikleri GPS ile tutarlı olunca işaret aramadan asfalttan düzlüğe yani çayıra doğru iniyoruz. Kısacası Aperlae tabelasından sonra asfalttan 100-150 metre kadar yürüyünce solumuzdaki çayıra bir şekilde iniyoruz. Sağ taraf tepe, bir başka deyişle Kılıçlı köyünün üzerine oturduğu tepenin sırtları
Çayır üzerinden yürüyoruz ama burası çayır değil aslında. Tam bir kayalık ve taşlık. Ancak boyu bir karışı geçmeyen otlardan belli olmuyor. Adımlara dikkat ederek, son 2 günde ayak burkulma sorunu yaşamamaya çalışarak yolumuza devam ediyoruz. İşaret göremesek de burada bir patika aşikar bir şekilde belli oluyor. Zaten GPS de bu yönde bizi götürüyor. İçimiz rahat.
|
Asfalttan patikaya inip sola doğru yani denize doğru yürüyoruz. |
|
Mehmet'in davetsiz misafiri |
Çayır üzerinden yaptığımız 5 dakikalık yürüyüşün ardından otlar azalıp patika daha belirgin hale geliyor. Bu noktadan sonra da işaret görüyoruz ve içimiz rahatlıyor. GPS'e bir kez daha teşekkür ediyoruz. GPS olmayanlar için özetlemek gerekirse asfalttan çayıra inerken kafanızı kaldırıp karşınızda göreceğiniz tepe Apollonia'nın üzerinde bulunduğu Aşartepe. Aşartepe'nin solundan geçerek arkasındaki Boğazcık'a ulaşacaksınız. Çayıra indikten sonra sola doğru yürüyerek Aşartepe'nin sol cephesine doğru yaklaşmanız gerekiyor. Zaten işaretler de bir süre sonra gözükmeye başlıyor.
İşaretleri gördükten sonra yaklaşık 10 dakikalık rahat bir patika üzerinden yürüyoruz. Ardından yolun tel örgüler tarafından kapandığını karşımıza dimdik çıkan tellerden anlıyoruz. Üzerinden atlamak anlamsız zira kimse tarafından bu yapılmamış. Burası yeni kapanmışa benziyor çünkü GPS'teki bilgiler bizi tel örgülerin içerisinden götürüyor. Sağa sola baktığımızda tel örgülerin hemen dibinden yukarıya doğru çıkmamız gerektiğini anlıyoruz zira burada belli belirsiz bir patika ve ayak izleri var. Aslında patika denemez çünkü kayaların çok fazla olduğu 50 mt.lik bol taşlı, kayalı tatsız dik bir çıkış. Ancak yapacak birşey yok. Tel örgüleri aşamayacağımıza göre bu çıkışı yapmak zorundayız. Çıktıktan sonra genişçe, ancak genişçe bir patikaya çıkıyoruz. Patika yine belirgin ve tel örgüler solumuzda bize eşlik etmeye devam ediyor. İşaretler tek tük de olsa mevcut. Aşartepe eteklerine ulaştık ve kafamızı sağa yani tepeye doğru kaldırdığımızda açıklık olan yerlerde Apollonia kalıntılarını görüyoruz.
Bu noktaya kadar özetleyecek olursak asfalttan indikten sonra sola doğru yürüyerek Aşartepe'nin sırtlarına tel örgüler karşınıza çıkana dek 700-800 mt. kadar yürüyorsunuz. Tel örgülerin dibinden yukarıya doğru 50 mt. yürüyerek geniş ve belirgin bir patikaya çıkıyorsunuz.
Patikadan çıktıktan 200 metre sonra sağa, daha dar patikadan içeriye doğru yani Boğazcık yönüne doğru dönüyoruz. Başlangıçta bu inişin bizi Boğazcık'a doğru götürdüğünü düşünsek de bir süre sonra patika sona erdiğinde, hem uzunca bir süre işaretleri göremeyip hem de GPS ile uyumlu hareket edemediğimizi anlayınca duruyoruz ve geriye dönmeye karar veriyoruz. Bu arada solumuzda kalan Aşartepe'de Apollonia kalıntıları bulunduğumuz noktadan daha belirgin görülüyor. İnişe ara verip yukarıya geri çıkıyoruz ve ağaçlar arasından giden bu dar patikadan 100 metre kadar yürüyünce çıktığımız genişçe bir alana geri dönüyoruz. Düşünmek için kısa bir ihtiyaç ve sakinleşme molası veriyoruz zira Boğazcık çok yakında ve acelemiz yok. Bu geniş alanda yıkıntı halinde bir taş yapı da var. Tam bu yıkıntının dibinde gölge bir yerde mola verip tüm ihtiyaçlarımızı giderdik.
|
Yanlış ve işaretsiz bir patikadayız. İşaret kaosu var. |
|
Geriye dönerek burada mola vererek harita ve GPS yardımı almaya karar veriyoruz. |
Tel örgülerden sonra işaretler tam keşmekeş bir hal alıyor, tek başına buralara gelenlere kolaylıklar diliyoruz, zira işaret kaybetmeden tek seferde burayı geçmek çok kolay değil. Bu durumun sadece bizimle alakalı olmadığını Boğazcık'tan yola çıkıp Aperlae'ye gitmeye çalışan, bu civarda 3. turunu atan gariban bir Alman turisti gördüğümüzde daha iyi anlayacağız. Bu bölgelerde işaretlerin görünür durumda olmadığını da belirtmekte fayda var.
Aslında bu geniş patikanın bizi neden ara bir patikaya soktuğunu da çözebilmiş değiliz zira bodur ağaçlar arasındaki bu dar patika bizi yeniden geniş patikanın devamına hatta araç yoluna çıkartacak. Muhtemelen sadece Likya Yolu'nu yürüyenlerin kullanmadığı, çevre halkın kullandığı bir patikadayız. Mola verdiğimiz noktadan tekrar yola koyularak ortalıkta tek alternatif gibi görülen başka bir patikaya giriyoruz ve GPS'teki kayıtlarımıza yaklaşmaya başladığımızı farkediyoruz.
Yaklaşık 200 metre yürüyüşten sonra yeniden yukarıda saptığımız, bulunduğumuz noktada araç yolu genişliğine ulaşmış geniş toprak yola büyükçe kayaların üzerinden sekerek çıkıyoruz nihayet. Etrafta başka yol ve işaret gözükmediğine ve GPS kayıtları ile eşleştiğimize göre artık bu toprak araç yolundan Boğazcık'a inmemiz gerekiyor. Başka da alternatifimiz yok. Nihayet bir süre sonra yol üzerinde içimizi rahatlatan işaretleri görüyoruz. Parkurdan farklı bir yol takip etmediğimiz için sevinçliyiz.
|
Apoolonia antik kentinin üzerine kurulu olduğu Aşartepe. |
|
Apollonia antik kantinin bir kısmı buradan gözüküyor. |
Tüm bu kaosu şöyle özetleyebiliriz: Tel örgülerden çıktıktan ve geniş patikadan devam etmeye başladıktan 200 metre sonra iki patika ayrımına geliyorsunuz. Buradan Boğazcık yönüne olmayan sağ tarafa sapmayıp düz devam yani sol koldan devam ediyorsunuz. Yaklaşık 100-150 metrelik bir yürüyüşten sonra da bu geniş patika Boğazcık yönüne doğru sapmaya başlıyor ve köy yoluna çıkıyorsunuz. Köy yoluna çıktığınızda da bir yol ayrımı var. Aşağıya doğru yani sağdan Boğazcık'a doğru inmeye başlıyorsunuz. Zaten aşağıya doğru yürüdükçe işaretler de karşınıza çıkmaya başlıyor.
Boğazcık tarafından gelecekler için de sarı renkli Likya Yolu Tabelasından yukarıya yaklaşık 1 km. yürüdükten sonra karşınıza çıkacak yol ayrımında sola saparak yolunuza devam ediyorsunuz. Yaklaşık 200-300 mt. sonra solunuzdaki dar patikaya girmeden dümdüz devam ederek tel örgülere ulaşıyorsunuz.
Köy yolundan Boğazcık'a inişimiz başlıyor. Boğazcık aşağıda gözüküyor. Sağ tarafımızda ise Aşartepe'nin sırtlarında Apollonia'ı da daha net görebiliyoruz. Apollonia antik şehri Kılınçlı köyünde Lykia Birliği’ne bağlı olarak kurulmuş bir kenttir. Kalıntılardan anlaşıldığına göre MÖ 4. yüzyılda kurulduğu anlaşılmaktadır. Şehir "L" harfine benzeyen bir kayalığın üzerine kurulmuş olup, kenti çevreleyen surların bir kısmı ayakta kalabilmiştir. İç kulenin batısında iyi durumda bir Bizans dönemi yapısı ile aynı döneme ait kilise göze çarparken kilisenin batısında tahrip olmuş tiyatro görülür. Hamam ve en ilginç yapılardan olan Heroon 6 prizmal gövdeli mezar anıtı diğer kalıntılardır. Apollonia'nın bir beyin oturduğu müstahkem kalelerden birisi olarak şekillenen bir kent olduğu sanılmaktadır. Kalıntılardan anlaşıldığına göre M.Ö. 4. yüzyılda varlığı bilinen Apollonia'da, Aperlae vasıtasıyla Lykia Birliği içerisinde temsil ediliyordu. Apollonia'ya Kılıçlı veya Boğazcık köyünden Aşartepesine yürüyerek ulaşılabilmektedir.
|
İşaret kaosu sonunda bitti ve Boğazcık'a inişe geçiyoruz. |
|
Bugünkü hedefimiz: Boğazcık köyü. |
|
Buralarda yer yer işaretler de var. Köy yolundan Boğazcık'a iniyoruz. |