AT THE BEGINNING: For any detail, you can get in contact directly with us for communication in English. Please do not hesitate to ask for help. (altugsenel@gmail.com).
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
6.GÜN PARKUR DETAYLARI:
Başlangıç: 08:40
Bitiş: 20:40 (verilen tüm molalar dahildir)
Bitiş: 20:40 (verilen tüm molalar dahildir)
Toplam mesafe: 32 km.
Su: Mesafe olarak bakıldığında orta derecenin biraz daha üzerinde zorlu sayılabilecek bir parkur olduğundan yürüyüş sırasında yanınızda su bulundurmanızı öneriyoruz. Yerleşim yerlerinden belirli bir düzende geçilmiyor. Örneğin Gökçeören’den sonra ilk yerleşim, parkur sonu olan Çukurbağ Köyü. Sarıbelen’den sularınız dolu olarak yola çıkmanız gerekiyor. Gökçeören’e kadar çeşme yok. Yol üzerinde kuyular var ancak bunlar içilebilecek türden gözükmüyorlar. Durgun su olduğundan risk almamanız yerinde olur. Çok su ihtiyacınız olduğu takdirde Gökçeören’e doğru yürürken hayvancılıkla uğraşan bir çiftlikten geçeceksiniz. Eğer evde birilerini bulabilirseniz size su konusunda mutlaka yardımcı olacaklardır. Gökçeören çok da küçük olmayan bir yayla köyü. Burada kitaplara kadar girmiş, belki de Likya Yolunun en eski pansiyonlarından biri olan Hüseyin Yılmaz (537-810 59 83) tarafından uzun yıllardır işletilen pansiyonda market ihtiyaçlarınızı gidermek için imkan, hatta hemen karşısında çeşme de var. Gökçeören’den sonra 8 km kadar başlangıçta asfalt olup sonradan toprak olan yoldan ilerliyorsunuz. Bu yol üzerinde Hacıoğlan deresinin yanından yürümenizin yanı sıra, yolun sonuna doğru birkaç tane çeşme var. Tırmanışa başlayacağınız yerde Hacıoğlan deresinden geçip dik tepeyi aşana kadar suyunuz olmayacak. Bu yol oldukça uzun ve zorlu olduğundan, göreceğiniz ilk çeşme aşılacak bu zorlu tepenin hemen ardında, kullanılmayan çiftlik evini geçtikten sonra büyük çınarın altında. Bu çeşmeden sonra yol üzerinde Çukurbağ’a kadar su yok. Bu yol genelde efor sarfedebileceğiniz bir parkur olduğundan suyunuzu yanınızda bulundurmanızı, mümkünse her çeşmede kısa molalar vermenizi öneriyoruz.
Yemek: Bu parkurda tek bir yerleşimden geçeceğiniz (Gökçeören) için burada yanınıza yemek takviyesi yapmanızı, hatta burada bir yemek molası vermenizi öneriyoruz. Pansiyoncu Hüseyin Yılmaz iyi niyetinden biraz ısrarcı ancak büyük paralar talep etmiyor. Ayrıca Sarıbelen'den yola çıkarken Neşet'ten lavaş, domates gibi ihtiyaçlarınızı yanınıza alabilirsiniz. Gökçeören'den sonra Çukurbağ'a kadar yerleşim olmadığından yanınızda bir veya iki öğün yemek bulundurmanız, hatta Hacıoğlan deresi civarında kamp atacaksanız kesinlikle yanınızda yemek olmalı. Su probleminiz yok zaten.
Konaklama: Çadırlı konaklama konusunda bir sıkıntınız olmayacaktır. Gökçeören, Hacıoğlan deresi civarında çadırlı konaklama yapabilirsiniz. Ancak Hacıoğlan-Çukurbağ tırmanışını yapacaksanız pek konaklama seçeneğiniz fazla olmayabilir. Örneğin Phellos civarı çok fazla otluk ve engebeli olduğundan bu zor. Sadece suyu bulacağınız büyük çınar ağacının altında tahtadan yapılmış yüksekçe bir sedir var. Bunun üzerinde konaklanabilir. Zaman zaman düzlüklerle de karşılaşabiliyorsunuz. Çukubağ'da pansiyon probleminiz yok.
Parkur Zorluğu: Ortanın biraz üzerinde zorluk içeren bir parkur. Özellikle Hacıoğlan-Çukurbağ yürüyüşünde sabırlı ve dikkatli olmalısınız. Uzun mesafe yürüyecekseniz bu parkurda önemli bir zaman harcayacağınızı bilmeniz gerekir. Sarıbelen-Gökçeören arası çok zor değil. Sadece Gökçeören'e inerken ve tarlalar arasından geçerken işaretlere dikkat etmeniz iyi olur. İşaretleri kaybetmek can sıkabiliyor. 2015 yılında Phellos'a yaklaşırken (büyük çınar ağacını geçtikten sonra) yapılan ağaç kesim çalışmaları işaretlerin kaybolmasına sebebiyet vermiş durumda. Phellos'a yaklaşırken, orman yoluna çıktığınızda işaretleri gözle aramakta fayda var. Phellos'tan Çukurbağ'a inerken de dikkatli olmanız iyi olur. Fazlaca kayalık ve dikenler arasından iniş yapıyorsunuz.
Parkur Yükselti Grafiği: Büyütmek için resimin üzerine tıklayınız.
HAZIRLADIĞIMIZ BLOGDAN HER TÜRLÜ FOTOĞRAF VE PARKURU ÜCRETSİZ İNDİREBİLİRSİNİZ. YANLIZCA FOTOĞRAF VE PARKURLARI MÜMKÜNSE İZİN ALIP VE KAYNAK GÖSTEREREK VERİRSENİZ ÇOK MEMNUN OLURUZ. BU İSTEĞİMİZ TAMAMEN EMEĞİMİZE SAYGI, PAYLAŞIMIMIZ HERKESİN BUYÜRÜYÜŞÜ YAPABİLMESİ AMAÇLIDIR. HER TÜRLÜ SORUNUZU DA YANITLAMAKTAN ÇOK MEMNUN OLURUZ. TEŞEKKÜRLER. (altugsenel@gmail.com)
YOU'RE ALL WELCOME TO DOWNLOAD GPS ROUTES AND PICTURES FOR FREE. WE REALLY APPRECIATE IF YOU CAN GET A KIND PERMISSION AND PROVIDE THE SOURCE OF THE GPS ROUTE AND PICTURES BEFORE UPLOADING THEM TO YOUR SITE OR USING THEM ANYWHERE ELSE. THANKS IN ADVANCE. (altugsenel@gmail.com)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir gün önce yaşadığımız sivrisinek kabusunun üzerine yürüyüş yorgunluğu da eklenince horultusu az (en azından birbirimizi duymadık) deliksiz bir uyku çekiyoruz. Sabah ağrısız sızısız erken uyanıyoruz. 10-15 dakika çadır keyfinden sonra Altuğ eşyalarını toparlamak için çadırdan çıkıyor. Mehmet ise biraz daha yatacağını söylüyor.
Geçen günlerin aksine bugün hava çok güzel olacak gibi gözüküyor. Manzaramız harika. Çadırdan çıkar çıkmaz karşımıza dün büyük işaret kaosu yaşadığımız vericinin bulunduğu tepe çıkıyor. Ancak dün yaşananlar dünde kaldı. Bugün önümüzde kimbilir neler çıkacak? Aslında hergün böyle başlıyor. Birgün önce zor bir anı yaşarken “en zor yer” diyorsun, ertesi gün o an tarih oluveriyor.
Dün büyük çile çektiğimiz verici ve indiğimiz yol tam karşımızda. Ne gündü ama... |
Altuğ çadır kurduğumuz yerin beton olması sebebiyle çantadaki eşyalarını düzenlemeye çalışıyor. İkimiz de oldukça düzenli olmamıza rağmen dağda ve bayırda genelde elimize ne geçerse çantaya gelişigüzel şekilde atıyoruz, dolayısıyla sonradan toparlamak gerekiyor. Altuğ bir yandan çantasını düzenlerken bugün üzerine giyeceklerini seçiyor çeşidi bol gardrobundan!!!. O kadar çok ıslandık ve terledik ki üzerimize giyebileceğimiz temiz t-shirt ve çorap neredeyse kalmadı. Çoraplar çantalara çaput gibi bağlı. Bir set temiz t-shirt, şort ve çorabı sanki bayramlık elbise gibi Kaş için saklıyoruz. Onları da kirletirsek halimiz harap. Ancak Kaş’a yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Hatta kafamızda bu gece geç vakit Kaş’a ulaşabilmek var ama imkansız olduğunu birkaç saat sonra anlayacağız.
Dün akşam çadıra dönerken sevgili Neşet’in sabah kahvaltısı teklifini geri çevirmedik. Saat 07:30 gibi kahvaltımızı getirecek sağolsun.
Sarıbelen'de kahvaltı |
Kısa bir süre sonra Mehmet de ayaklanıyor ve önceliğini tuvaletten yana kullanıyor. Tipik bir köy tuvaleti var burada. Dışarıda. Mehmet tüm ihtiyaçlarını yanına alarak tuvalete gidiyor. Altuğ ise kulağına taktığı ipod’dan birşeyler dinlemeyi planlarken Neşet elinde kahvaltı tepsisi ve dolu bir çaydanlıkla geliyor. Dün Üzümlü’de olduğu gibi tam anlamıyla ziyafet var bu sabah da. Neşet tepsiyi ve çaydanlığı yere bırakıp büyükçe bir yer halısı getiriyor hemen. Altuğ işi gücü bırakıp halının üzerine oturup kahvaltının başına geçiyor. Neşet kendini de düşünerek çay demlemiş. Çaylarımızı koyduğumuz sırada Mehmet de aramıza katılıyor ve kahvaltımız tam kadro başlıyor. Yumurta, tahin, domates, biber, salatalık, peynir ve sınırsız lavaş. Aslında biz buralarda buna yufka veya lavaş diyoruz. Bu civardaki köylerden birinden ekmek isteyin size hemen lavaş getiriyor. Sindirimi ve yemesi ekmekten çok daha rahat. Mideye de oturmuyor. Neşet’ten yanımızda götürmek için biraz lavaş rica ediyoruz. Bizi kırmıyor sağolsun.
Kahvaltı sırasında Neşet’e önümüzdeki yol hakkında sorular sorarak kafamızda bir program oluşturmaya çalışıyoruz. Dediğine gore Gökçeören’e 3-4 saatte ulaşırmışız. Hatta yürüyüşe başlayacağımız bu Sarıbelen köyü aslında dünyaca meşhur Kaputaş Plajı ve kanyonunun hemen tepesindeymiş. Buradan Gökçeören’e doğru yürürken Kaputaş kanyonunun hemen yukarısından geçecekmişiz. Buna hiç dikkat etmemiştik aslında. Duymak ve bulunduğumuz yeri bilmek hoşumuza gidiyor.
Neşet “tepside herşey bitsin” diyerek bizi yemeğe zorluyor ancak tıkanmış durumdayız. Kaş’a yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla çantamızda bulunan tüm kuruyemişleri ve helvayı Neşet’e veriyoruz ve sofradaki tüm lavaşlara onun da rızasını alarak el koyuyoruz.
Bu güzel kahvaltının ardından yola çıkmak için toparlanmaya başlıyoruz. Şimdi tuvalet sırası Altuğ’da. Mehmet de eşyalarını düzenleyip çadırı toplamaya başlıyor. Altuğ tuvalatten döndükten sonra çadır paketleniyor ve Altuğ’un çantasına iliştiriliyor. Evimiz yeniden sırtımızda. Yerleşim yerlerinde kamp atmayı bir kenara koyarsak, evimizin sırtımızda olduğunu bilmek tüm yolculuk boyunca kendimizi inanılmaz özgür hissetmemizi sağladı.
Çantalarımızı topladığımızda Neşet’e toplamda 40 TL. bırakmaya karar veriyoruz. Sonradan az gibi geldi ancak parayı verdiğimizde Neşet’in mutluluğu görülmeye değerdi. 40 TL. köy yeri için gerçekten önemli para. Çantalarımızı sırtımıza alarak Neşet’in bahçesindeki çeşmenin başına gidiyoruz. Sıra dişlerde. Buz gibi suyla dişlerimizi fırçalayıp, sularımızı doldurup Neşet ile vedalaşıyoruz.
Köyden çıkana kadar Neşet de bize eşlik ediyor. Yola çıktığımız sırada Sarıbelen’li Tim arabasıyla yanımızdan geçiyor. Tim olduğunu anlamamız çok zor olmuyor zira o kadar çok dinledik ki Neşet’ten artık nerede görsek tanırız Tim’i.
Neşet ve 2 köpeği köy çıkışına kadar bizimle geliyor ve gerçek anlamda ayrılma vakti geliyor. Kendisine çok teşekkür edip yolumuza devam ediyoruz. Bulunduğumuz yerin Kaputaş kanyonu olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize.
Genelde yollar düz ve taşlık. Manzara da güzel olunca sıkılmadan yürüyoruz. Yaklaşık 1 km sonra toprak bir köy yoluna çıkıyoruz. Kısa bir sure bu yolu takip ettikten sonra yolun bitişine, başka bir deyişle keçi çiftliğine ulaşıyoruz. O kadar çok keçi var ki evin yanından geçerken tezek kokusundan bunalıyoruz. Keçi mayınlarına basmamanın imkanı yok. Çiftliktekiler kendilerini gölgeye atmış zaman geçirmekle meşguller. Tam önünden geçtiğimiz yaşlı teyze ile selamlaşıyoruz ve bize ısrar ederek soğuk ayran teklifinde bulunuyor. Nazikçe reddediyoruz. Henüz ihtiyacımız yok, zaten bulunduğumuz yerden bir an once uzaklaşmak istiyoruz. Kokudan durulmuyor!!!!
Çiftliği geçtikten sonra biraz yükseliyoruz ve deniz manzaramıza bu sefer hemen aşağımızda kalan, yüzlerce keçinin otladığı çok geniş bir düzlük ekleniyor. Bu düzlük neredeyse 2-3 futbol sahası büyüklüğünde gibi duruyor. Tempomuz gayet iyi, işaretler de yerinde, zaten Kaş hayalleri tüm yürüyüşümüze neşe katıyor. Hatta zaman zaman fotoğraf molası verdiğimiz bile oluyor. Ancak Gökçeören’den sonrasının zorlayıcı olacağının farkında olduğumuz için çok oyalanmıyoruz. Hava sıcak ve güneşli olduğundan su molalarımız 2 gün öncesine göre artmış durumda.
Düzlük manzarasını arkamızda bıraktıktan kısa bir sure sonra tarlalara varıyoruz. Tarlalarda henüz ekinler toplanmadığı için işaret problem yaşıyoruz daha yolun başında. Belli ki bizden once birileri geçmiş ve tarlada boyumuza kadar gelen ekinlerin ezildiği yerde işaretleri görüyoruz ve tarlanın ortasından ilerlemeye başlıyoruz. Tarlada zaman zaman yılanlar önümüze çıksada sadece irkilmemize yol açıyorlar. Yolumuza güzel bir tempoda devam ediyoruz. Tarlanın bitiminde örülmüş duvarla karşılaşınca, bizden once yürüyenlerin yönleri farklı olduğu için ilk olarak duvarı atlamak yerine tarla içerisinden ilerliyoruz ancak GPS yoldan çıktığımızı söylüyor. Geri dönerek tarlanın bittiği yerde duvarın üzerinden atlıyoruz ve kullanılmayan bir çiftlik evinin bahçesine iniyoruz. İner inmez işareti de görüyoruz zaten. Burada önemli olan duvarın üzerinden atlayarak geçmek. Herhengi bir patika yol aramayın.
Sonlara doğru kayalardan keçiler gibi sekerek Gökçeören’e 10 km.lik bir yürüyüşle ulaşıyoruz. Yaklaşık 3 saatte yürümüşüz. Likya yolu tabelasının dibinde köylüler oturuyor. Selamlaşıyoruz ve Gökçeören’de yıllardır Likya Yolu üzerinde pansiyonculuk yapan Hüseyin Yılmaz’ın işlettiği pansiyonu soruyoruz. Yemek yemektense önümüzdeki zorlu Hacıoğlan Deresi ve Çukurbağ geçişimiz sırasında enerjimiz tam olmalı. Altuğ yoluna devam ederken Mehmet bugün Kaş’a varma konusunda köylülere akıl danışıyor. Bir kez daha görüldü ki (bunu daha önce başka turlarımızda da yaşadık) köylerde yaşayan insanların bize yaptığı mesafe önerileri tahminimizden çok farklı çıkıyor. 10 km.yi size 1 saatte bile yürüyebileceğinizi söyleyebiliyorlar. O yüzden onlardan herhangi bir zaman ve mesafe tahmininde bulunmalarını isterseniz mesafe ve sürenin üzerine biraz ekleme yapmakta yarar var.
Hüseyin Abi’nin pansiyonun tarifini aldıktan sonra köy içerisindeki asfalt yoldan caminin görüldüğü yere doğru yürüyoruz. Yürürken Hacıoğlan deresi boyunca giden yolu görüyoruz. Köprüyü geçtikten sonra tabelasını görüyoruz. 100 metre sonra karşımıza pansiyon, cami ve Bezirgan’da gördüğümüze benzer tarihi buğday ambarları çıkıyor. Saat 12:00 civarı ve tam yemek yeme zamanı. Hiç birşey yoksa bile yanımızdakilerden tüketeceğiz. Hüseyin Abi bizi görüyor (ancak biz onu göremiyoruz) ve evin içerisinden bize pansiyonun önünde durmamız için sesleniyor. Pansiyonun hemen yanındaki caminin içerisindeki ulu çınarın gölgesi çok daha çekici geliyor ve beklemek istemediğimizden cami avlusunun içerisindeki sedirin üzerine seriliyoruz.
5 dakika geçmeden Hüseyin Abi çıkageliyor yanımıza. Selamlaştıktan sonra yürüyüşümüz hakkında bilgiler alıyor. Burası bir tatil merkezi olmadığından Hüseyin Abi’de haklı olarak gelen herkesi bir şekilde pansiyonuna davet ediyor, yemek veriyor. Forumda bazı yerlerde fazla konuştuğunu, zorla yemek vermeye çalıştığını okumuştuk ancak kendisi de yıllardır ekmek parası derdinde besbelli. Şu kısa ve eğlenceli tatilde bizden alacağı 3-5 kuruşun derdinde değiliz açıkçası. Kimlere ne paralar kazandırıyoruz, bırakalım da buradaki insanlar da birşeyler kazansın diye düşünüyoruz. Tabii herkesin görüşü ve beklentisi farklı.
Sarıbelen’i de hafızalarımıza kazıdıktan sonra yürüyüşümüze devam ediyoruz. Sağ tarafımıza Akdeniz’in engin ve doyumsuz manzaramızı aldık ve keyifli bir şekilde yürüyoruz. Köyün dışına doğru çıkarken Tim’in işlettiği “Moonstone House” adlı pansiyonu görüyoruz. Oldukça güzel, hatta tripadvisor da bile bulabileceğiniz modern bir pansiyon. Köy dışına doğru çıkarken hafifçe yükseliyoruz ve bir süre sonra Kaş-Kalkan yolu üzerindeki tepelerin hemen üzerinden nispeten düz bir patikada Gökçeören’e kadar yolumuza devam ediyoruz.
Aşağıda-Kaş-Kalkan yolu gözüküyor. Aşağısı Kaputaş Plajı. |
Manzaramız çok güzel |
Gökçeören'e doğru ilerliyoruz. |
Kalkan'a doğru manzara |
Bu ada normal yoldan giderken bayağı büyük gözüküyor. 600 metreden manzara böyle |
Yol oldukça keyifli. Sıkılmıyoruz. |
Kaş'a doğru manzara |
Altuğ yollarda |
Mehmet'in yol başındaki hali |
Genelde yollar düz ve taşlık. Manzara da güzel olunca sıkılmadan yürüyoruz. Yaklaşık 1 km sonra toprak bir köy yoluna çıkıyoruz. Kısa bir sure bu yolu takip ettikten sonra yolun bitişine, başka bir deyişle keçi çiftliğine ulaşıyoruz. O kadar çok keçi var ki evin yanından geçerken tezek kokusundan bunalıyoruz. Keçi mayınlarına basmamanın imkanı yok. Çiftliktekiler kendilerini gölgeye atmış zaman geçirmekle meşguller. Tam önünden geçtiğimiz yaşlı teyze ile selamlaşıyoruz ve bize ısrar ederek soğuk ayran teklifinde bulunuyor. Nazikçe reddediyoruz. Henüz ihtiyacımız yok, zaten bulunduğumuz yerden bir an once uzaklaşmak istiyoruz. Kokudan durulmuyor!!!!
Keçi çiftliğine vardık. Acilen uzaklaşmamız lazım. |
Ayran teklifini nazikçe redettiğimiz teyze tarafından uğurlanıyoruz. |
Çiftliği arkamızda bırakıyoruz. Ne kokuydu ama!!! |
Çiftlikten uzaklaşıyoruz ama her yerde keçi mayınları var. |
Biraz yükseldik ve manzaramız daha bir güzel oldu |
Otla otla bitmeyen tarlalar ve keçiler |
Kareye sığmayan alabildiğine geniş tarla. Oldukça da yüksekteyiz. |
Alarm verildi keçiler bir araya toplanmaya başladı. |
Düzlük manzarasını arkamızda bıraktıktan kısa bir sure sonra tarlalara varıyoruz. Tarlalarda henüz ekinler toplanmadığı için işaret problem yaşıyoruz daha yolun başında. Belli ki bizden once birileri geçmiş ve tarlada boyumuza kadar gelen ekinlerin ezildiği yerde işaretleri görüyoruz ve tarlanın ortasından ilerlemeye başlıyoruz. Tarlada zaman zaman yılanlar önümüze çıksada sadece irkilmemize yol açıyorlar. Yolumuza güzel bir tempoda devam ediyoruz. Tarlanın bitiminde örülmüş duvarla karşılaşınca, bizden once yürüyenlerin yönleri farklı olduğu için ilk olarak duvarı atlamak yerine tarla içerisinden ilerliyoruz ancak GPS yoldan çıktığımızı söylüyor. Geri dönerek tarlanın bittiği yerde duvarın üzerinden atlıyoruz ve kullanılmayan bir çiftlik evinin bahçesine iniyoruz. İner inmez işareti de görüyoruz zaten. Burada önemli olan duvarın üzerinden atlayarak geçmek. Herhengi bir patika yol aramayın.
Evi arkamızda bıraktıktan sonra yeniden tarlaya giriyoruz. Bu sefer tarlanın kenarından, sonnlara doğru da ortasından ilerliyoruz. Burada işaret problemi olabiliyor ancak yolu kaybetmeniz zor. Sadece tarlalar boyunca yürümeniz gerektiğini bilmeniz yeterli. Tarlalar bittikten sonra kayalık bir bölgeden inişe başlıyoruz. İniş dik değil, işaretler de var. Bu kadar düzlükten sonra kayalık iniş farklı geliyor. Zaman zaman dikkat etmek gerekiyor. Bu kayalık bölgedeki yol da sanki antik yol gibi duruyor. Kayalıkların arasından yapacağımız ve sonlara doğru dikleşecek bu iniş bizi Gökçeören’e indiriyor besbelli. Aşağıda yerleşim de gözükmeye başladı.
Gökçeören'e doğru devam ediyoruz. Birazdan tarlalara gireceğiz. |
Kaş tarafında adalardan biri daha belirdi önümüzde |
İşaret sıkıntımız da yok |
Geniş düzlükler ve tarlalar başlıyor. Fotoğraf molası. |
Foto Molası |
Sarıbelen Hatırası. Altuğ makinayı otomatiğe kurduktan sonra 20 kg. çanta ile yetişiyor poza |
Uçsuz bucaksız gibi önümüzde uzanan düzlükler |
GPS'e göre Gökçeören ilerideki tepenin dibinde. Daha yolumuz var. |
Bu kalıntıların günümüzden olduğunu sanmıyoruz. |
Tarlada kaybolma faslının ardından duvarın üzerinden atlayıp yola devam ediyoruz. |
Bir tarla daha |
Mehmet tarlada yol arıyor |
Gökçeören inişi ilerideki kayalıklardan itibaren başlıyor |
Sonlara doğru kayalardan keçiler gibi sekerek Gökçeören’e 10 km.lik bir yürüyüşle ulaşıyoruz. Yaklaşık 3 saatte yürümüşüz. Likya yolu tabelasının dibinde köylüler oturuyor. Selamlaşıyoruz ve Gökçeören’de yıllardır Likya Yolu üzerinde pansiyonculuk yapan Hüseyin Yılmaz’ın işlettiği pansiyonu soruyoruz. Yemek yemektense önümüzdeki zorlu Hacıoğlan Deresi ve Çukurbağ geçişimiz sırasında enerjimiz tam olmalı. Altuğ yoluna devam ederken Mehmet bugün Kaş’a varma konusunda köylülere akıl danışıyor. Bir kez daha görüldü ki (bunu daha önce başka turlarımızda da yaşadık) köylerde yaşayan insanların bize yaptığı mesafe önerileri tahminimizden çok farklı çıkıyor. 10 km.yi size 1 saatte bile yürüyebileceğinizi söyleyebiliyorlar. O yüzden onlardan herhangi bir zaman ve mesafe tahmininde bulunmalarını isterseniz mesafe ve sürenin üzerine biraz ekleme yapmakta yarar var.
İşaret yoksa babalar var |
Gökçeören'e iniyoruz. |
İniş rahat |
Mehmet Gökçeören'e inerken |
Gökçeören. Karşı tepedeki yok Kaş'a giden köy yolu. |
Selamlaşma zamanı |
Hüseyin Abi’nin pansiyonun tarifini aldıktan sonra köy içerisindeki asfalt yoldan caminin görüldüğü yere doğru yürüyoruz. Yürürken Hacıoğlan deresi boyunca giden yolu görüyoruz. Köprüyü geçtikten sonra tabelasını görüyoruz. 100 metre sonra karşımıza pansiyon, cami ve Bezirgan’da gördüğümüze benzer tarihi buğday ambarları çıkıyor. Saat 12:00 civarı ve tam yemek yeme zamanı. Hiç birşey yoksa bile yanımızdakilerden tüketeceğiz. Hüseyin Abi bizi görüyor (ancak biz onu göremiyoruz) ve evin içerisinden bize pansiyonun önünde durmamız için sesleniyor. Pansiyonun hemen yanındaki caminin içerisindeki ulu çınarın gölgesi çok daha çekici geliyor ve beklemek istemediğimizden cami avlusunun içerisindeki sedirin üzerine seriliyoruz.
Mehmet bu akşama Kaş'a varma planları yapıyor!!! |
Gökçeörendeyiz. |
Hüseyin Abi burada düzenli olarak konuk ağırlıyor. Kaş tarafından gelen giden az değil. Hatta akşamları bahçede ateş yakıyormuş. Pansiyonunun hemen karşısında 6-7 odalı başka bir binası daha var. Dediğine gore zamanında pansiyonun tüm erzağını, genel ihtiyaçlarını Kaş’tan eşeklerle taşırlarmış. İçecekler, Bira, pirinç, makarna, tuvalet kağıdı gibi. Hatta dediğine göre inşaat sırasında bile malzemeleri hayvanlarla taşımışlar. Pansiyonu 1980lerden bu yana işletiyor.
Fazla sıkboğaz edilmek istemesek de Hüseyin abinin ısrarlı teklifine dayanamıyor çantalarımızı yüklenip pansiyona gidiyoruz. Pansiyonun hemen önündeki masaya yerleşiyor ve hemen öğle yemeğimizi sipariş ediyoruz. menüde patates kızartması, yaprak sarma, pilav, sahanda yumurta ve salata var. Bu memlekette çay zaten sınırsız. Hatta bize bira da olduğunu söylüyor ancak canımız çekmiyor.
Cep telefonlarımızı şarja bağlayıp, öğle yemeğine başlıyoruz. Bir yandan Hüseyin abi ile günün konusu seçim hakkında konuşuyoruz. Dediğine göre Deniz Baykal Gökçeören'e düzenli olarak gelirmiş. Çok fazla siyaseti dallandırmadan bizi bekleyen Hacıoğlan yürüyüşü ve çevre hakkında sorular soruyoruz. dediğine göre Çukurbağ'a ulaşmamız imkansızmış. Dolayısıyla geceyi en iyi ihtimalle tepelerde bir yerlerde geçirebiliriz diye düşünüyoruz. Yukarıları daha görmedik ama antik kent Phellos güzel fikir olabilir mesela. Yanımızda tek öğünlük yemek olduğu için Çukurbağ'a inmeden Phellos'ta kamp atıp sabahın ilk ışıkları ile Çukurbağ'a oradan Kaş'a devam etmek fikri en mantıklı fikir geliyor. Hüseyin Abi'ye göre Çukurbağ'a varamayız hatta Sarıbelen'den yola çıkmış bir ekip olarak Çukurbağ'a varırsak müthiş bir başarı olacağını bize söylüyor ve daha önümüzdeki yolu kestirmeden kendimizle gururlanıyoruz.
Hüseyin Abi biraz ısrarcı ancak karşısında kararlı durursanız ısrarlarını bir süre sonra yapmıyor. Buralara yolunuz düşerse en azından bir çayını için deriz. Zira çevre hakkında geniş bir bilgiye sahip. Çok sayıda yürüyen ağırladığı için yapacağı yorumlar ve mesafe tahminleri daha mantıklı.
Kaş'a tatile gelip Likya Yolu havasını solumak isteyen yerli ve yabancı turistlere (genelde yabancı) Çukurbağ-Hacıoğlan arasını günübirlik yürüyüş şeklinde yapıyor. Kaş'taki turizm ofisleri turistleri Çukurbağ'dan yürütmeye başlayarak hem Phellos antik kalıntılarını görme imkanı hem de dağ bayır yemyeşil bir bitki örtüsü arasından yürüme fırsatını sunuyor. Turistleri Çukurbağ'a bırakan minibüsler daha sonra Hacıoğlan deresine gelerek turistleri burada bekliyor. Kaş'a tatile gidenler Çukurbağ-Phellos-Hacıoğlan turuna katılırlarsa bu yürüyüşten kesinlikle çok memnun kalacaklardır.
Yemeğimizi bitirip yola çıkmanın vakti geliyor. Saat 13:30. Pansiyonun hemen karşısındaki çeşme'de sularımızı dolduruyor, Hüseyin Abi'ye de gönlümüzden kopan bir 25 TL. bırakarak Hacıoğlan yönüne yürüyüşümüze devam ediyoruz.
Karnımız son 2 gündür güzel doyuyor. Performansımız arttıkça, güzel yemek de yedikçe yürüyüşler daha keyifli oluyor. Asfalt yoldan Hacıoğlan yönüne sapıyoruz. Bu yol sizi denizden uzaklaştırıyor, kuzeye doğru Hacıoğlan deresi boyunca yürüyorsunuz. Aslında Gökçeören Köyü'nün kurulu olduğu sırt ve tepenin diğer tarafındaki Çukurbağ cephesine geçiyoruz. Başlangıçta yol asfalt ve tempomuz yemiş olduğumuz güzel yemekten sonra çok iyi. Zaten ne yersek yiyelim bu tempo ile yanıp gidiyor. Yürümekten açlığımızı unutuyoruz desek yeridir.
Asfalt yoldan ilerledikten sonra yol bir süre sonra toprağa dönüyor ve çam ağaçlarının arasından genelde Kaş ve dünya meseleleri hakkında konuşa konuşa ilerliyoruz. Hacıoğlan Deresini yaklaşık 8 km.lik bu asfalt-toprak yoldan yürüdükten sonra geçeceğiz. Yolun başında kurumuş çeşmeler var. Bu durum stres yaratmıyor zira yolun sonlarına doğru, daha ileride gürül gürül akan bir çeşme olduğunun bilgisini Hüseyin Abi'den almıştık.
Uzunca bir süre yürüdükten hatta tempomuzun tavan yaptığı anda işaretler kayboluyor ve yol "U" dönüşü yapıyor. Başta kitaba bakmaya üşeniyoruz ve dere yatağından yürüyeceğimizi zannederek inmeye çalışıyoruz. Mehmet biraz iniyor ancak işaret olmadığını söyleyerek geri çıkıyor. Yol boyunca yollardan çıkıp patikalara girdiğimiz, çevrede işaret gözükmediği için ilk seçenek olarak yoldan çıkmayı düşünüyoruz. Birinci seçenek tutmayınca yoldan devam edeceğiz gibi gözüküyor. Mehmet yoldan yürüdükten yaklaşık 200-300 metre sonra işaret gördüğünü söylüyor ve yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kısa bir süre sonra yukarıda bir eve rastlıyoruz ve dere yatağına ne kadar kaldığını soruyoruz. Adam zaten amacımızı anladığı için 3 km kadar bir yol kaldığını, hatta kendisinin de bize eşlik edeceğini söyleyerek kendisini beklememizi söylüyor. Adını sormayı akıl edemediğimiz amcanın yukarıdan aşağıya inmesini bekleyemeyecek kadar sabırsız ve enerji doluyuz. Aramızda "bize yetişemez", "bizi yavaşlatır" derken amca çıkageliyor yanımıza. Yol boyunca yürümemizi söylüyor. Biz de kendisinin de rızasını alarak hızlı yürümemiz gerektiğini kendisine tebliğ ediyoruz ve bizim önden yürümemizi onun bize yetişeceğini söylüyor.
Verdiğimiz su molası dahil gerçekten 2-3 dakika arkamızdan bizi takip etti sohbeti tatlı bu amca. Dereyi geçtikten sonra bize yürümemiz gereken yolu tarif edip arkamızdan uzun uzun el sallayacaktı. Sohbetin konusunu kendisi belirledi ve yol boyunca emeklilik , SSK, emekli maaşları hakkında konuştuk. Anladığımız kadarıyla SSK'dan emekli olmuş ama Bağkur'dan olsaymış daha iyi maaş alırmış. Özeti bu.
Amcadan ayrılıp tempomuzu yeniden arttırıyoruz ve yolun ileride araç girişine kapatıldığını görüyoruz. Yeniden kafamız karışıyor. Tam bu sırada amca da arkadan gözüküyor ve çitlerin üzerinden atlamamızı ve hemen çitin arkasındaki sudan içmemizi söylüyor. Dediğine göre çok şifalıymış. Zaten su molası vermeyi düşünüyoruz ve buz gibi çeşmeden suyumuzu içip kendimize geliyoruz. Yol bu noktadan sonra sadece traktörün gidebileceği kadar bozuk duruma geliyor. Biz su içerken bizi geçen amcayı yeniden arkamızda bıraktıktan sonra dere yatağına doğru inişe geçtiğimizi ve yolun bitmekte olduğunu anlıyoruz. Kısa bir süre sonra bir beton bir köprünün üzerinden geçip dere seviyesine varıyoruuz ve 500 metre bile yürümeden sarı renkli Likya Yolu tabelası karşımıza çıkıyor. Sonunda Hacıoğlan Deresine de vardık. Sırada oldukça zorlu bir çıkış var. Ancak öncesinde dinlenme mola vereceğiz. Çantalarımızı çıkarıp oturduktan sonra amca da çıkageliyor ve sohbetimiz burada başlıyor.
Kitabı çantamızdan çıkartıp çevreyi tanımaya çalışırken tarlada çalışan bir yörük yanımıza geliyor hatta birazdan çıkacağımız tepeden de hepsi yabancı bayan turistlerden oluşan bir grup geliyor. Grupla selamlaşıp yanlarındaki rehber ile yolu konuşuyoruz. Sonuçta mesafe konusunda rehberlerden alacağımız cevaplar köydekilere göre daha doğru olacaktır. Kendisi de yabancı ancak Türkçe'yi gayet iyi konuşuyor. Belli ki yıllardır buralarda yaşıyor. Bize yol boyunca tepede su bulabileceğimiz yerleri söyledikten sonra gece konaklamayı düşündüğümüz Phellos'a ulaşabileceğimizi ancak acele etmemizi söylüyor. Yörük ve bizim amca ile selamlaşıp onlarla da kısa bir sohbet ediyor. Belli ki birbirlerini tanıyorlar. Sabahtan Çukurbağ'dan inen turistleri bizim çitlerin üzerinden atlayıp su içtiğimiz yerde minibüsleri bekliyor.
Turist kafilesi yoluna devam ettikten sonra biz de molamıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu arada Altuğ yörük ve yol arkadaşımız amca ile fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyor.
Fotoğraftan sonra toparlanıp yola koyulma vakti geldi. Önümüzde aşmamız gereken yaklaşık 1000-1100 metrelik bir tepe var. Bizim bulunduğumuz yer yaklaşık 500 metre. Yol arkadaşımız amcamız bize yolu gösterekek tarif ediyor ve gözden kaybolana kadar arkamızdan bakacağını, eğer yolu şaşırırsak bağıracağını söylüyor.
Çantalarımızı sırtımıza alıp tarlanın içerisinden biraz ilerledikten sonra çam ağaçlarına doğru yükselmeye başlıyoruz. Tarlanın bitimine kadar gelen amcamız ile vedalaşıyoruz. Hakikaten biz tepenin ardında gözden kaybolana kadar arkamızdan baktı ve onu son gördüğümüz noktada kendisine son kez el salladık ve yolumuza devam ettik.
Çıkışın ilk 2 km.si dik ancak sonraki 2-3 km.lik parkur öyle değil. Çıkışta en çok zamanınızı alan yolun uzun olması. Dolayısıyla tempomuzu düşürüp, enerjimizi idareli kullanmak istiyoruz ve sakin bir tempoda çam ağaçlarının olduğu bir yamaçtan tepeye doğru çıkıyoruz. Hedef Phellos.
Zaman zaman durup çevreyi ve muhteşem manzarayı seyrediyoruz hem de mola vermiş oluyoruz. Bugün tempomuz ve moralimiz iyi ancak çıkış oldukça zorlu. Dik çıkışın ardından bir düzlüğe geliyoruz ve tepenin arka cephesine (Dereköy cephesi) geçtiğimizi anlıyoruz. Bu cephede çam ağaçları yerini dikenli çalılıklara bırakıyor ve diken çilemiz yeniden başlıyor. Bu seferkiler oldukça büyük ve yüzümüze de dikkat etmek durumundayız.
Çok uzun bir mesafe yürümeden eski ve kullanılmayan bir çiftlik evinin yanından geçiyoruz. Bir süre sonra karşımıza bir su kaynağı çıkıyor. Çeşmesi yok ve yerden kaynıyor. Suyun kaynadığı yerde bulandırmadan, bardak yardımıyla buz gibi suyu içiyoruz. Gerçekten tüm yolculuk boyunca içtiğimiz en soğuk su. Aynı bardak yardımıyla da sularımızı tazeliyoruz. Su oldukça lezzetli ve soğuk. Kate Clow'un kitabında da buralarda su olduğu yazıyor (huge plane tree) ancak dediği gibi bu çeşmenin başında çınar ağacı yok. İhtiyaç molamızı bitirerek yürümeye devam ediyoruz. Bu arada güneş Hacıoğlan cephesinde kaldı ve genellikle gölgeden yürüyoruz. Zaten 1-2 saat sonra hava kararmaya başlayacak.
Kate Clow'un kitabında yazdığı gibi "huge plane tree" karşımıza 10 dakika geçmeden çıkıyor. Bu ulu çınarın altında yüksekçe bir sedir var. Hatta bir gece bunun üzerinde konaklanabilir eğer sinekler müsaade ederse. Çınarın hemen yanında da çeşme var. Bu çeşmenin suyu da buz gibi. Susuzluğumuz yok ancak yine de bu sudan da bir yudum içerek yolumuza devam ediyoruz. Parkur bilgilerinde de yazdığımız gibi bu parkurda su problemi yok.
Çınardan sonra artık orman içerisine giriyoruz. Orman dediğimiz dikenli çalılarla kaplı çevremizi görmeye müsaade etmeyen bir bitki örtüsü. Yürüdüğümüz yerler yumuşak toprak ancak çamur değil. Zaman zaman ağaçların arasından çevreyi görüyoruz ve gözlerimiz Phellos'u arıyor ancak daha ortada yok. Yaklaşık 2-2.5 km kadar bu yoldan yürüyeceğiz ve tempomuz düşecek normal olarak.
Zaten ortam karanlık olduğu için güneşin iyice inmeye başladığının farkında değiliz ancak yolumuza devam ediyoruz. Toprağın ıslak olmasından çevrede büyükçe bir hayvanın gezdiğini sıklaşan izlerden anlıyoruz. Bu domuz, ayı türü birşey olabilir zira yeri oldukça derin eşelemiş ve Phellos'a doğru bu işler bayağı sıklaşacak. Olabildiğince gürültülü yürüyüp konuşuyoruz. Tedirgin olamamak için ikimiz de pek bozuntuya vermeden yolumuza devam etmek durumundayız. Ancak izler taze.
Çalıların arasından yaptığımız bu yorucu ve dikenli yürüyüşün ardından uzun zamandır kullanılmadığı herhalinden belli olan üzerini otların kapladığı bir traktör yoluna çıkıyoruz. Yaklaşık 1 km. kadar bu yoldan yürüdükten sonra yol aşağıda Dereköy'e doğru inerken bir tekrar çalıların arasına giriyoruz ve 2 km.lik stresli yürüyüş başlıyor zira hava kararmaya yüz tutmuş durumda ve Phellos'tan halen tek bir iz yok.
Yeniden çalıların arasındayız ve hayvan izleri sıklaşmış durumda. Tempomuzu arttırıyoruz çünkü en azından aydınlıkta Phellos'a varıp çadır için kendimize yer bulmak istiyoruz. Sırtımızdaki onlarca yüke aldırmadan çalıların arasından koşar adım ilerliyoruz. Çalıların arasından nereye vardığımızı görmek mümkün değil ama GPS'e göre Phellos'a doğru yaklaşıyoruz. Daha önemlisi işaretler gözüküyor ve doğru yoldayız.
Çalıların arasından çıktığımızda taş kalıntıları ile karşılaşıyoruz ve Phellos'a vardığımızı anlıyoruz. kalıntıların arasından tepenin Dereköy cephesinden Çukurbağ cephesine geçiyoruz ve karanlığa yakın Phellos'a ulaşıyoruz. Bir yandan yürüyoruz ve çadır kuracak bir düzlük arıyoruz ancak dikenlerden rahatça çadır kuracak yer gözükmüyor. Likyalıların buraya şehiri inşaa etmeleri gerçekten akıl alır bir durum değil. Taş mezarlar, yazılı taşların yanlarından çadır yeri bulabilmek ümidiyle hızla yürüyoruz. Bu arada Altuğ birkaç fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyor. Bir süre sonra kalıntıları arkamızda bıraktığımızı anlıyoruz ve aşağıya doğru inmeye başladığımızı fark ediyoruz. Çevrede çadır için keşif yapacak vakit yok. Durup hızlıca düşünüp karar vermemiz lazım. Hava kararmak üzere ve hemen aşağıda gördüğümüz Çukurbağ'a inmenin daha mantıklı olduğuna karar vererek yola koyuluyoruz. tam bu sırada akşam ezanı okunuyor. Önümüzü, işaretleri az da olsa görebiliyoruz. Mehmet kafa fenerlerini çıkartmayı teklif etse de Altuğ zaman kaybı olacağını düşünüyor ve az da olsa mevcut ışık yardımıyla gidebildiğimiz kadar gitmemizi öneriyor. Kafa fenerlerini çıkarmadan, bacaklarımızı çizen dikenlere aldırmadan hızla iniyoruz.
Aşağıdan keçilerini toparlayan çobanların sesi geliyor. Olası bir kaza ihtimaline karşı onların bizim burada olduklarını bilmeleri için karşılıklı birbirimize sesleniyoruz ve hızla iniyoruz. Phellos'ta kontak kapatmaya kendilerini şartlamış ayak tabanlarımız patlamış durumda ve sabah kesinlikle çok kötü olacaklar. Yaklaştığımızı anlayabilmek için köyde bir evin çatısını belirleyip zigzaglar çizerek Phellos'un dikenli tellerinin yanından iniyoruz ve 2 km. sonra köye karanlıkta varıyoruz. Karşımıza ilk olarak çobanlar çıkıyor. Onlarla selamlaştıktan sonra köy içerisindeki yola çıkınca içimiz rahatlıyor. 200 metre sonra da köyün içerisindeki yukarıdan ezan sesini duyduğumuz camiiye varıyoruz.
Camiinin hemen dibinde bir çeşme var. Altuğ elini yüzünü yıkıyor ve kendine geliyor. Ardından sıra Mehmet'e geliyor. Bu ayaklarla ne kadar yürüyebiliriz bilinmez ama köyde soda türü enerji verici birşeyler satan bir bakkal bulsak hiç de fena olmayacak.
Mehmet çeşme başında işini görürken Altuğ karşıdan gelen ve sadece far ışıkları görünen arabayı durdurmaya karar veriyor. Sadece en yakın bakkalın nerede olduğunu soracak. Altuğ karanlığın içerisinden gelen arabaya durması için el işareti yapıyor ve önünde 60 yaşlarından bir kadının kullandığı İngiltere plakalı üstü açık bir Ford Mustang duruyor. Köy yerinde herhalde bir hayal kur deseler bu kadarını bile yapamazdık. Onca zaman öğrendiği ingilizce Altuğ'un boğazında düğümleniyor. İngiliz bayan'a 5 saniyelik bakkal sormak neredeyse 1 dakika sürüyor. Kendisi yardımcı olmak istiyor ve sadece soda mı istediğimizi soruyor. Cevabımız evet çünkü yanımızda yemek var. Zaten bu yorgunlukla pek yemek yiyesimiz yok orası ayrı. Kendisi bize evden getireceğini söylüyor ve kendisini vazgeçiremeden geri evine dönüyor. Olayın şokunu atlatamamış vaziyetteyiz.
İngiliz Bayan evine doğru geri gitti ve gitmeden önce burada beklememizi söyledi. Zaten çantalarımızı sırtımızdan bir an önce ayırmak istiyoruz. Hemen yolun karşısında bir evin yol seviyesindeki terasında oturmak için banklar yapmışlar. Evin sahibi aşağıda bahçede oturuyor. Kendisinden izin alarak çantalarımızı çıkartıp bankların üzerine seriliyoruz. Ayak tabanlarımız perişan halde ve konuşmaya bile halimiz yok. Mustang şokunu üzerimizden atamamış haldeyiz. Öyle bir çöküyoruz ki Mehmet geceyi çadır kurmadan bu bankın üzerinde geçirmeye karar veriyor. Çok mantıklı. Bu gece kalacağımız yeri belirlemiş oluyoruz böylece. Çukurbağ'da yıldızlar altında bir evin terası.
Tam bu sırada scooter ile bayanın İngiliz eşi geliyor ve bize bakınıyor. Kısa sürede öyle bir yayılmışız ki ayaktan ayakkabılar, çoraplar çıkıp çöküş moduna geçmişiz. Sonradan adının John olduğunu öğreneceğimiz adam bizim Türk olduğumuzu düşünmeden ilk hakkını İsviçre olarak kullanıyor. Türk olduğumuzu söylüyoruz. Şaşırıyor. Belli ki halimize çok acımışlar ve bizi evlerine davet ediyorlar. İngilizce bilmediğimizi sanıyor ve davetlerinin tamamen tanrı misafiri şeklinde olduğunu vurgulayarak "No money, para istemiyor" diyor. Mehmet çok kötü koktuğumuzu ve bu halde gelmek istemediğimizi söylüyor ancak duş da alabileceğimizi söyleyerek ısrarını arttırıyor. Bu teklife hayır demeyeceğiz ve fazla düşünmeden "geliyoruz" diyoruz. Bize evlerini tarif eden John scooter ile evine dönüyor, biz de ayakkabılarımızı giyip eve doğru hareket ediyoruz.
Kısa bir yürüyüşün ardından havuzlu bir villaya varıyoruz ve bu tatlı çift tarafından kapıda karşılanıyoruz. O kadar kötü kokuyoruz ki içeriye girmeye utanıyoruz. John istersek duşa hemen girebileceğimizi söylüyor ve çantalarımızı kapıda açarak içerisinden Kaş için sakladığımız temiz bayramlıklarımızı çıkartıyoruz. Duşa ilk olarak Mehmet giriyor ve Altuğ da fazla koku yaymamak için bir köşeye ilişip İngiliz çift ile konuşmaya başlıyor.
Kendi elleri ile yaptıkları bu evde yılın 6 ayını geçirirken geri kalanını Manchester'da geçiriyorlarmış. Duvardaki prizler bile 3'lü ingiliz prizi. Mümkün olan birçok küçük eşyayı İngiltereden getirmişler. Bunları konuşurken bir yandan İngiltere'deki akrabaları ile Skype üzerinden görüntülü görüşme yapıyorlar. Altuğ'un kısa bir süre önce İngiltere'de 1 yıl kadar yaşadığını öğrendikten sonra konuşulan konular çok daha eğlenceli olacak.
Mehmet banyodan çıkıyor sıra Altuğ'da. Mehmetin yüzüne gözüne renk gelmiş durumda. Evden biri gibi olmuş durumdayız. Banyoya giriyoruz. Kettle'da su kaynıyor kahve için. Hatta karnımızı doyurmamız için kçorbanın yanında ırmızı biberli, domatesli, beyaz peynirli tepeleme bir salata var menümüzde. Sağolsunlar bizim için hazırlıyorlar.
Altuğ da banyodan parlamış olarak çıktıktan sonra John bize bira teklif ediyor. Dolaptaki son birayı da bize veriyorlar. Gerçi yorgunluktan paylaştığımız biranın tadına varamıyoruz bile. Şaka bir yana oldukça mahçup oluyoruz tüm bu iyi niyetten dolayı.
Bu arada yorucu yürüyüşten sonra hasarlar ortaya çıkmaya başlıyor. Ayaklarımızn altı yere basamayacak kadar şiş ve yere basınca batıyor. Belli ki su toplayacaklar.
Sofrada İngiltere, müzik, futbol ve Altuğ'un İngiltere anıları (bootsale, garagesale ve pazarlık teknikleri) üzerine konuşuyoruz. Bu yorgunlukla okuldaki gibi ingilizce de konuştuk ya. Aferin bize. Gecenin kapanışı Mehmet'e ikram edilen patlıcan şarabı ile oluyor. İnanılmaz ekşi. tavsiye etmiyoruz.
Saat 22:00 civarında bize yatacaklarını söylüyorlar. Aşağıda depoda yer yatağı olduğunu, getirmemizi söyleseler de biz halının üzerinde mat ve uyku tulumlarımızda yatmayı tercih ediyoruz. Sabah erken uyanıp yola çıkmak ilk hedefimiz. yarına bu patlamış tabanlarla Kaş'tayız. Tüm yürüyüş boyunca herşey planlarımıza uygun gitmiş durumda.
Ne yazık ki tüm gece evin kapısı ardına kadar açık olduğu için içerisi sinek doldu. Bu gece de sinekten uyumak biraz zor olacak gibi. Kafamızı açıkta bırakmaktan sakınarak biraz havasız da olsa sabaha kadar derin ve güzel bir uyku çekmek üzere uyuyup gidiyoruz. Bu akşamı da yaşlı İngiliz çiftin evlerinin salonunun ortasında geçirmek varmış.
Phellos (Pınarbaşı) (Felen)
Felen Yayla'da bulunan Phellos'a ulaşmak için Kaş - Finike karayolunun 10. km.sindeki Ağullu'dan Çukurbağ'a doğru sapılıp yeni açılan 3 km.lik yoldan yada biraz ilerideki başka bir yoldan Pınarbaşı'na ulaşılır. Buradan yangın gözetleme kulesinin yanına kadar gitmek gerekir. Ayrıca harabeye, Kaş'tan da yürüyerek ulaşmak mümkündür. Tepede bulunan akropole, çalılıklar arasında bulunan dar bir patika yol ile ulaşılır. Akropolden aşağı bakıldığında Kaş'ın hemen üzerinde olduğumuzu görürüz. Batıya doğru baktığımızda da Akdağ'ın başı karlı manzarası bizi büyüler.
Phell, Kaş’ın 5 km.kuzeyindeki Felen dağı yamacında, Çukurbağ Köyü’ne 2 km. uzaklıkta, Antiphellos ile (Kaş) karşı karşıya bir antik kenttir.
Phellos sözcüğü Hellen dilinde “ayakkabı ökçesi yapılan ağaç kabuğuna” verilen isimdir. Aynı zamanda taşlık alanlara da bu isim verilir. Plinius ile Strabon’un sözünü ettiği bu kentin kuruluş tarihi kesinleşememiştir.
Phellos M.Ö. IV. yüzyılda oldukça önemli bir kentti. Hatta Kaş'ta bulunan Antiphellos, Phellos'un limanı idi. Daha sonra Antiphellos ormanlarında bulunan sedir ağacı sayesinde zengin ve önemli bir kent olurken Phellos da eski önemini yitirmiştir.
Sarnıçlarla su ihtiyacını karşılayan diğer Lykia şehirlerinin aksine Phellos'un suyu boldur. Tepenin doğu yamacındaki zengin su kaynağı aynı zamanda Çukurbağ'daki çeşmeyi besler. Phellos kentinden çok fazla bir kalıntı bugün toprak üzerinde görülmese de çevresindeki inanılmaz güzellikler seyredilmeye değerdir.
Günümüze ulaşan kalıntılar M.Ö.IV.Yüzyıla kadar inmektedir. Tarihi olaylarda ismi geçmeyen kent Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra önemini yitirerek terk edilmiştir. Günümüze Pınarbaşı köyünde daire plânlı, taştan örme anıtsal bir mezar ile bazı burç ve polygonal sur duvarları gelebilmiştir. Buradaki mezarlar da yine Lykia tipindedir.
Fazla sıkboğaz edilmek istemesek de Hüseyin abinin ısrarlı teklifine dayanamıyor çantalarımızı yüklenip pansiyona gidiyoruz. Pansiyonun hemen önündeki masaya yerleşiyor ve hemen öğle yemeğimizi sipariş ediyoruz. menüde patates kızartması, yaprak sarma, pilav, sahanda yumurta ve salata var. Bu memlekette çay zaten sınırsız. Hatta bize bira da olduğunu söylüyor ancak canımız çekmiyor.
Cep telefonlarımızı şarja bağlayıp, öğle yemeğine başlıyoruz. Bir yandan Hüseyin abi ile günün konusu seçim hakkında konuşuyoruz. Dediğine göre Deniz Baykal Gökçeören'e düzenli olarak gelirmiş. Çok fazla siyaseti dallandırmadan bizi bekleyen Hacıoğlan yürüyüşü ve çevre hakkında sorular soruyoruz. dediğine göre Çukurbağ'a ulaşmamız imkansızmış. Dolayısıyla geceyi en iyi ihtimalle tepelerde bir yerlerde geçirebiliriz diye düşünüyoruz. Yukarıları daha görmedik ama antik kent Phellos güzel fikir olabilir mesela. Yanımızda tek öğünlük yemek olduğu için Çukurbağ'a inmeden Phellos'ta kamp atıp sabahın ilk ışıkları ile Çukurbağ'a oradan Kaş'a devam etmek fikri en mantıklı fikir geliyor. Hüseyin Abi'ye göre Çukurbağ'a varamayız hatta Sarıbelen'den yola çıkmış bir ekip olarak Çukurbağ'a varırsak müthiş bir başarı olacağını bize söylüyor ve daha önümüzdeki yolu kestirmeden kendimizle gururlanıyoruz.
Hüseyin Abi biraz ısrarcı ancak karşısında kararlı durursanız ısrarlarını bir süre sonra yapmıyor. Buralara yolunuz düşerse en azından bir çayını için deriz. Zira çevre hakkında geniş bir bilgiye sahip. Çok sayıda yürüyen ağırladığı için yapacağı yorumlar ve mesafe tahminleri daha mantıklı.
Kaş'a tatile gelip Likya Yolu havasını solumak isteyen yerli ve yabancı turistlere (genelde yabancı) Çukurbağ-Hacıoğlan arasını günübirlik yürüyüş şeklinde yapıyor. Kaş'taki turizm ofisleri turistleri Çukurbağ'dan yürütmeye başlayarak hem Phellos antik kalıntılarını görme imkanı hem de dağ bayır yemyeşil bir bitki örtüsü arasından yürüme fırsatını sunuyor. Turistleri Çukurbağ'a bırakan minibüsler daha sonra Hacıoğlan deresine gelerek turistleri burada bekliyor. Kaş'a tatile gidenler Çukurbağ-Phellos-Hacıoğlan turuna katılırlarsa bu yürüyüşten kesinlikle çok memnun kalacaklardır.
Yemeğimizi bitirip yola çıkmanın vakti geliyor. Saat 13:30. Pansiyonun hemen karşısındaki çeşme'de sularımızı dolduruyor, Hüseyin Abi'ye de gönlümüzden kopan bir 25 TL. bırakarak Hacıoğlan yönüne yürüyüşümüze devam ediyoruz.
Gökçeören'den çıkıyoruz. Hedef Hacıoğlan Deresi. |
Asfalt yol bir süre sonra toprak oluyor. |
Karnımız son 2 gündür güzel doyuyor. Performansımız arttıkça, güzel yemek de yedikçe yürüyüşler daha keyifli oluyor. Asfalt yoldan Hacıoğlan yönüne sapıyoruz. Bu yol sizi denizden uzaklaştırıyor, kuzeye doğru Hacıoğlan deresi boyunca yürüyorsunuz. Aslında Gökçeören Köyü'nün kurulu olduğu sırt ve tepenin diğer tarafındaki Çukurbağ cephesine geçiyoruz. Başlangıçta yol asfalt ve tempomuz yemiş olduğumuz güzel yemekten sonra çok iyi. Zaten ne yersek yiyelim bu tempo ile yanıp gidiyor. Yürümekten açlığımızı unutuyoruz desek yeridir.
Asfalt yoldan ilerledikten sonra yol bir süre sonra toprağa dönüyor ve çam ağaçlarının arasından genelde Kaş ve dünya meseleleri hakkında konuşa konuşa ilerliyoruz. Hacıoğlan Deresini yaklaşık 8 km.lik bu asfalt-toprak yoldan yürüdükten sonra geçeceğiz. Yolun başında kurumuş çeşmeler var. Bu durum stres yaratmıyor zira yolun sonlarına doğru, daha ileride gürül gürül akan bir çeşme olduğunun bilgisini Hüseyin Abi'den almıştık.
Uzunca bir süre yürüdükten hatta tempomuzun tavan yaptığı anda işaretler kayboluyor ve yol "U" dönüşü yapıyor. Başta kitaba bakmaya üşeniyoruz ve dere yatağından yürüyeceğimizi zannederek inmeye çalışıyoruz. Mehmet biraz iniyor ancak işaret olmadığını söyleyerek geri çıkıyor. Yol boyunca yollardan çıkıp patikalara girdiğimiz, çevrede işaret gözükmediği için ilk seçenek olarak yoldan çıkmayı düşünüyoruz. Birinci seçenek tutmayınca yoldan devam edeceğiz gibi gözüküyor. Mehmet yoldan yürüdükten yaklaşık 200-300 metre sonra işaret gördüğünü söylüyor ve yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kısa bir süre sonra yukarıda bir eve rastlıyoruz ve dere yatağına ne kadar kaldığını soruyoruz. Adam zaten amacımızı anladığı için 3 km kadar bir yol kaldığını, hatta kendisinin de bize eşlik edeceğini söyleyerek kendisini beklememizi söylüyor. Adını sormayı akıl edemediğimiz amcanın yukarıdan aşağıya inmesini bekleyemeyecek kadar sabırsız ve enerji doluyuz. Aramızda "bize yetişemez", "bizi yavaşlatır" derken amca çıkageliyor yanımıza. Yol boyunca yürümemizi söylüyor. Biz de kendisinin de rızasını alarak hızlı yürümemiz gerektiğini kendisine tebliğ ediyoruz ve bizim önden yürümemizi onun bize yetişeceğini söylüyor.
Yol iyice traktör yoluna döndü |
Dere geçişine yaklaşıyoruz. |
2-3 saat önce Akdeniz'i seyrederken yeniden ormanların içerisine girdik |
Amcadan ayrılıp tempomuzu yeniden arttırıyoruz ve yolun ileride araç girişine kapatıldığını görüyoruz. Yeniden kafamız karışıyor. Tam bu sırada amca da arkadan gözüküyor ve çitlerin üzerinden atlamamızı ve hemen çitin arkasındaki sudan içmemizi söylüyor. Dediğine göre çok şifalıymış. Zaten su molası vermeyi düşünüyoruz ve buz gibi çeşmeden suyumuzu içip kendimize geliyoruz. Yol bu noktadan sonra sadece traktörün gidebileceği kadar bozuk duruma geliyor. Biz su içerken bizi geçen amcayı yeniden arkamızda bıraktıktan sonra dere yatağına doğru inişe geçtiğimizi ve yolun bitmekte olduğunu anlıyoruz. Kısa bir süre sonra bir beton bir köprünün üzerinden geçip dere seviyesine varıyoruuz ve 500 metre bile yürümeden sarı renkli Likya Yolu tabelası karşımıza çıkıyor. Sonunda Hacıoğlan Deresine de vardık. Sırada oldukça zorlu bir çıkış var. Ancak öncesinde dinlenme mola vereceğiz. Çantalarımızı çıkarıp oturduktan sonra amca da çıkageliyor ve sohbetimiz burada başlıyor.
Arkada kaldığına bakmayın. Süper performans var amcada. |
Bu kurumuş ama kışın kesin akıyordur. |
Dere yatağına indik |
Şu anda parkurun en dibindeyiz. |
Sağa dönünce sarı tabela karşımıza çıkacak |
Ver elini Phellos... Hacıoğlan da tamam. |
Kitabı çantamızdan çıkartıp çevreyi tanımaya çalışırken tarlada çalışan bir yörük yanımıza geliyor hatta birazdan çıkacağımız tepeden de hepsi yabancı bayan turistlerden oluşan bir grup geliyor. Grupla selamlaşıp yanlarındaki rehber ile yolu konuşuyoruz. Sonuçta mesafe konusunda rehberlerden alacağımız cevaplar köydekilere göre daha doğru olacaktır. Kendisi de yabancı ancak Türkçe'yi gayet iyi konuşuyor. Belli ki yıllardır buralarda yaşıyor. Bize yol boyunca tepede su bulabileceğimiz yerleri söyledikten sonra gece konaklamayı düşündüğümüz Phellos'a ulaşabileceğimizi ancak acele etmemizi söylüyor. Yörük ve bizim amca ile selamlaşıp onlarla da kısa bir sohbet ediyor. Belli ki birbirlerini tanıyorlar. Sabahtan Çukurbağ'dan inen turistleri bizim çitlerin üzerinden atlayıp su içtiğimiz yerde minibüsleri bekliyor.
Turist kafilesi yoluna devam ettikten sonra biz de molamıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu arada Altuğ yörük ve yol arkadaşımız amca ile fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyor.
Fotoğraftan sonra toparlanıp yola koyulma vakti geldi. Önümüzde aşmamız gereken yaklaşık 1000-1100 metrelik bir tepe var. Bizim bulunduğumuz yer yaklaşık 500 metre. Yol arkadaşımız amcamız bize yolu gösterekek tarif ediyor ve gözden kaybolana kadar arkamızdan bakacağını, eğer yolu şaşırırsak bağıracağını söylüyor.
Budur |
Soldaki bizim amca ortada masmavi gözlü yörük. Hacıoğlan hatırası... |
Dereden su içilebilir |
Veda zamanı. Amca da tarlanın sonuna kadar bizimle geliyor. |
Çantalarımızı sırtımıza alıp tarlanın içerisinden biraz ilerledikten sonra çam ağaçlarına doğru yükselmeye başlıyoruz. Tarlanın bitimine kadar gelen amcamız ile vedalaşıyoruz. Hakikaten biz tepenin ardında gözden kaybolana kadar arkamızdan baktı ve onu son gördüğümüz noktada kendisine son kez el salladık ve yolumuza devam ettik.
Çıkışın ilk 2 km.si dik ancak sonraki 2-3 km.lik parkur öyle değil. Çıkışta en çok zamanınızı alan yolun uzun olması. Dolayısıyla tempomuzu düşürüp, enerjimizi idareli kullanmak istiyoruz ve sakin bir tempoda çam ağaçlarının olduğu bir yamaçtan tepeye doğru çıkıyoruz. Hedef Phellos.
Zaman zaman durup çevreyi ve muhteşem manzarayı seyrediyoruz hem de mola vermiş oluyoruz. Bugün tempomuz ve moralimiz iyi ancak çıkış oldukça zorlu. Dik çıkışın ardından bir düzlüğe geliyoruz ve tepenin arka cephesine (Dereköy cephesi) geçtiğimizi anlıyoruz. Bu cephede çam ağaçları yerini dikenli çalılıklara bırakıyor ve diken çilemiz yeniden başlıyor. Bu seferkiler oldukça büyük ve yüzümüze de dikkat etmek durumundayız.
Çıkış başlıyor |
İşaret ve yol sorunu yok |
Hacıoğlan aşağıda kaldı. |
Vallahi biz de anlamıyoruz ne olduğunu |
Şu anda ne kadar terli olduğumuzu ifade etmek çok güç |
Halen çıkıyoruz |
Çıkışın bittiğini düşündüğümüz nokta. |
Doğru tahmin. Dereköy cephesinden yola 1000 metrelerde devam ediyoruz. |
Çok uzun bir mesafe yürümeden eski ve kullanılmayan bir çiftlik evinin yanından geçiyoruz. Bir süre sonra karşımıza bir su kaynağı çıkıyor. Çeşmesi yok ve yerden kaynıyor. Suyun kaynadığı yerde bulandırmadan, bardak yardımıyla buz gibi suyu içiyoruz. Gerçekten tüm yolculuk boyunca içtiğimiz en soğuk su. Aynı bardak yardımıyla da sularımızı tazeliyoruz. Su oldukça lezzetli ve soğuk. Kate Clow'un kitabında da buralarda su olduğu yazıyor (huge plane tree) ancak dediği gibi bu çeşmenin başında çınar ağacı yok. İhtiyaç molamızı bitirerek yürümeye devam ediyoruz. Bu arada güneş Hacıoğlan cephesinde kaldı ve genellikle gölgeden yürüyoruz. Zaten 1-2 saat sonra hava kararmaya başlayacak.
Kate Clow'un kitabında yazdığı gibi "huge plane tree" karşımıza 10 dakika geçmeden çıkıyor. Bu ulu çınarın altında yüksekçe bir sedir var. Hatta bir gece bunun üzerinde konaklanabilir eğer sinekler müsaade ederse. Çınarın hemen yanında da çeşme var. Bu çeşmenin suyu da buz gibi. Susuzluğumuz yok ancak yine de bu sudan da bir yudum içerek yolumuza devam ediyoruz. Parkur bilgilerinde de yazdığımız gibi bu parkurda su problemi yok.
Terk edilmiş ev ve ağılı geçiyoruz. Su molası ileride. |
Phellos'a kadar böyle ağaçlar ve dikenler!!! arasından ilerliyoruz. |
Dereköy aşağıda gözüküyor. |
Bu kadar mutlumuyduk yahu??? |
İşte meşhur "huge plane tree" |
Bu da doğal çeşmesi. |
Su molasındayız. Böyle bir coğrafyada 1000 metrede ulu bir çınar ağacı? |
Su molası bitti. Tabanlara kuvvet Phellos'a devam. |
Güneş birazdan tepenin arkasına girecek. Oldukça yüksekteyiz ve daha yolumuz var. |
Çınardan sonra artık orman içerisine giriyoruz. Orman dediğimiz dikenli çalılarla kaplı çevremizi görmeye müsaade etmeyen bir bitki örtüsü. Yürüdüğümüz yerler yumuşak toprak ancak çamur değil. Zaman zaman ağaçların arasından çevreyi görüyoruz ve gözlerimiz Phellos'u arıyor ancak daha ortada yok. Yaklaşık 2-2.5 km kadar bu yoldan yürüyeceğiz ve tempomuz düşecek normal olarak.
Yola çıkıyoruz. Phellos hala gözükmüyor. |
Dereköy hemen aşağıda. |
Yoldan aşağıya doğru yürümeye devam ediyoruz. İşaret problemimiz yok. |
Su kuyusu. İçildiğini sanmıyoruz. |
Phellos'un neden gözükmediği belli oldu. Yoldan çıkıp yeniden orman içerisine giriyoruz. |
Zaten ortam karanlık olduğu için güneşin iyice inmeye başladığının farkında değiliz ancak yolumuza devam ediyoruz. Toprağın ıslak olmasından çevrede büyükçe bir hayvanın gezdiğini sıklaşan izlerden anlıyoruz. Bu domuz, ayı türü birşey olabilir zira yeri oldukça derin eşelemiş ve Phellos'a doğru bu işler bayağı sıklaşacak. Olabildiğince gürültülü yürüyüp konuşuyoruz. Tedirgin olamamak için ikimiz de pek bozuntuya vermeden yolumuza devam etmek durumundayız. Ancak izler taze.
Çalıların arasından yaptığımız bu yorucu ve dikenli yürüyüşün ardından uzun zamandır kullanılmadığı herhalinden belli olan üzerini otların kapladığı bir traktör yoluna çıkıyoruz. Yaklaşık 1 km. kadar bu yoldan yürüdükten sonra yol aşağıda Dereköy'e doğru inerken bir tekrar çalıların arasına giriyoruz ve 2 km.lik stresli yürüyüş başlıyor zira hava kararmaya yüz tutmuş durumda ve Phellos'tan halen tek bir iz yok.
Yeniden çalıların arasındayız ve hayvan izleri sıklaşmış durumda. Tempomuzu arttırıyoruz çünkü en azından aydınlıkta Phellos'a varıp çadır için kendimize yer bulmak istiyoruz. Sırtımızdaki onlarca yüke aldırmadan çalıların arasından koşar adım ilerliyoruz. Çalıların arasından nereye vardığımızı görmek mümkün değil ama GPS'e göre Phellos'a doğru yaklaşıyoruz. Daha önemlisi işaretler gözüküyor ve doğru yoldayız.
Orman içerisinden yürürken çevreyi ender de olsa görebildiğimiz yerler var. |
Güneş gitti. GPS'e göre Phellos ilerideki kayalıkların orada. |
Çalıların arasından çıktığımızda taş kalıntıları ile karşılaşıyoruz ve Phellos'a vardığımızı anlıyoruz. kalıntıların arasından tepenin Dereköy cephesinden Çukurbağ cephesine geçiyoruz ve karanlığa yakın Phellos'a ulaşıyoruz. Bir yandan yürüyoruz ve çadır kuracak bir düzlük arıyoruz ancak dikenlerden rahatça çadır kuracak yer gözükmüyor. Likyalıların buraya şehiri inşaa etmeleri gerçekten akıl alır bir durum değil. Taş mezarlar, yazılı taşların yanlarından çadır yeri bulabilmek ümidiyle hızla yürüyoruz. Bu arada Altuğ birkaç fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyor. Bir süre sonra kalıntıları arkamızda bıraktığımızı anlıyoruz ve aşağıya doğru inmeye başladığımızı fark ediyoruz. Çevrede çadır için keşif yapacak vakit yok. Durup hızlıca düşünüp karar vermemiz lazım. Hava kararmak üzere ve hemen aşağıda gördüğümüz Çukurbağ'a inmenin daha mantıklı olduğuna karar vererek yola koyuluyoruz. tam bu sırada akşam ezanı okunuyor. Önümüzü, işaretleri az da olsa görebiliyoruz. Mehmet kafa fenerlerini çıkartmayı teklif etse de Altuğ zaman kaybı olacağını düşünüyor ve az da olsa mevcut ışık yardımıyla gidebildiğimiz kadar gitmemizi öneriyor. Kafa fenerlerini çıkarmadan, bacaklarımızı çizen dikenlere aldırmadan hızla iniyoruz.
Phellos'a vardık. |
Hava 10-15 dakikaya kararacak. çadır kuracak yer bakıyoruz ama her yer diken |
Phellos manzaraları |
Buralarda kazı yapılsa kimbilir neler çıkar?? |
Phellos Manzarası. |
Phellos. Her yer kaya mezarı. |
Çadır kurmamız imkansız. Çabuk karar verip Çukurbağ'a inmeliyiz maalesef. |
Aşağıdan keçilerini toparlayan çobanların sesi geliyor. Olası bir kaza ihtimaline karşı onların bizim burada olduklarını bilmeleri için karşılıklı birbirimize sesleniyoruz ve hızla iniyoruz. Phellos'ta kontak kapatmaya kendilerini şartlamış ayak tabanlarımız patlamış durumda ve sabah kesinlikle çok kötü olacaklar. Yaklaştığımızı anlayabilmek için köyde bir evin çatısını belirleyip zigzaglar çizerek Phellos'un dikenli tellerinin yanından iniyoruz ve 2 km. sonra köye karanlıkta varıyoruz. Karşımıza ilk olarak çobanlar çıkıyor. Onlarla selamlaştıktan sonra köy içerisindeki yola çıkınca içimiz rahatlıyor. 200 metre sonra da köyün içerisindeki yukarıdan ezan sesini duyduğumuz camiiye varıyoruz.
Camiinin hemen dibinde bir çeşme var. Altuğ elini yüzünü yıkıyor ve kendine geliyor. Ardından sıra Mehmet'e geliyor. Bu ayaklarla ne kadar yürüyebiliriz bilinmez ama köyde soda türü enerji verici birşeyler satan bir bakkal bulsak hiç de fena olmayacak.
Mehmet çeşme başında işini görürken Altuğ karşıdan gelen ve sadece far ışıkları görünen arabayı durdurmaya karar veriyor. Sadece en yakın bakkalın nerede olduğunu soracak. Altuğ karanlığın içerisinden gelen arabaya durması için el işareti yapıyor ve önünde 60 yaşlarından bir kadının kullandığı İngiltere plakalı üstü açık bir Ford Mustang duruyor. Köy yerinde herhalde bir hayal kur deseler bu kadarını bile yapamazdık. Onca zaman öğrendiği ingilizce Altuğ'un boğazında düğümleniyor. İngiliz bayan'a 5 saniyelik bakkal sormak neredeyse 1 dakika sürüyor. Kendisi yardımcı olmak istiyor ve sadece soda mı istediğimizi soruyor. Cevabımız evet çünkü yanımızda yemek var. Zaten bu yorgunlukla pek yemek yiyesimiz yok orası ayrı. Kendisi bize evden getireceğini söylüyor ve kendisini vazgeçiremeden geri evine dönüyor. Olayın şokunu atlatamamış vaziyetteyiz.
İngiliz Bayan evine doğru geri gitti ve gitmeden önce burada beklememizi söyledi. Zaten çantalarımızı sırtımızdan bir an önce ayırmak istiyoruz. Hemen yolun karşısında bir evin yol seviyesindeki terasında oturmak için banklar yapmışlar. Evin sahibi aşağıda bahçede oturuyor. Kendisinden izin alarak çantalarımızı çıkartıp bankların üzerine seriliyoruz. Ayak tabanlarımız perişan halde ve konuşmaya bile halimiz yok. Mustang şokunu üzerimizden atamamış haldeyiz. Öyle bir çöküyoruz ki Mehmet geceyi çadır kurmadan bu bankın üzerinde geçirmeye karar veriyor. Çok mantıklı. Bu gece kalacağımız yeri belirlemiş oluyoruz böylece. Çukurbağ'da yıldızlar altında bir evin terası.
Tam bu sırada scooter ile bayanın İngiliz eşi geliyor ve bize bakınıyor. Kısa sürede öyle bir yayılmışız ki ayaktan ayakkabılar, çoraplar çıkıp çöküş moduna geçmişiz. Sonradan adının John olduğunu öğreneceğimiz adam bizim Türk olduğumuzu düşünmeden ilk hakkını İsviçre olarak kullanıyor. Türk olduğumuzu söylüyoruz. Şaşırıyor. Belli ki halimize çok acımışlar ve bizi evlerine davet ediyorlar. İngilizce bilmediğimizi sanıyor ve davetlerinin tamamen tanrı misafiri şeklinde olduğunu vurgulayarak "No money, para istemiyor" diyor. Mehmet çok kötü koktuğumuzu ve bu halde gelmek istemediğimizi söylüyor ancak duş da alabileceğimizi söyleyerek ısrarını arttırıyor. Bu teklife hayır demeyeceğiz ve fazla düşünmeden "geliyoruz" diyoruz. Bize evlerini tarif eden John scooter ile evine dönüyor, biz de ayakkabılarımızı giyip eve doğru hareket ediyoruz.
Kısa bir yürüyüşün ardından havuzlu bir villaya varıyoruz ve bu tatlı çift tarafından kapıda karşılanıyoruz. O kadar kötü kokuyoruz ki içeriye girmeye utanıyoruz. John istersek duşa hemen girebileceğimizi söylüyor ve çantalarımızı kapıda açarak içerisinden Kaş için sakladığımız temiz bayramlıklarımızı çıkartıyoruz. Duşa ilk olarak Mehmet giriyor ve Altuğ da fazla koku yaymamak için bir köşeye ilişip İngiliz çift ile konuşmaya başlıyor.
Kendi elleri ile yaptıkları bu evde yılın 6 ayını geçirirken geri kalanını Manchester'da geçiriyorlarmış. Duvardaki prizler bile 3'lü ingiliz prizi. Mümkün olan birçok küçük eşyayı İngiltereden getirmişler. Bunları konuşurken bir yandan İngiltere'deki akrabaları ile Skype üzerinden görüntülü görüşme yapıyorlar. Altuğ'un kısa bir süre önce İngiltere'de 1 yıl kadar yaşadığını öğrendikten sonra konuşulan konular çok daha eğlenceli olacak.
Mehmet banyodan çıkıyor sıra Altuğ'da. Mehmetin yüzüne gözüne renk gelmiş durumda. Evden biri gibi olmuş durumdayız. Banyoya giriyoruz. Kettle'da su kaynıyor kahve için. Hatta karnımızı doyurmamız için kçorbanın yanında ırmızı biberli, domatesli, beyaz peynirli tepeleme bir salata var menümüzde. Sağolsunlar bizim için hazırlıyorlar.
"A hard day's night". O kadar tarifsiz ki şu yaşanan an. Ama ayaklar perişan orası ayrı konu. |
Altuğ da banyodan parlamış olarak çıktıktan sonra John bize bira teklif ediyor. Dolaptaki son birayı da bize veriyorlar. Gerçi yorgunluktan paylaştığımız biranın tadına varamıyoruz bile. Şaka bir yana oldukça mahçup oluyoruz tüm bu iyi niyetten dolayı.
Bu arada yorucu yürüyüşten sonra hasarlar ortaya çıkmaya başlıyor. Ayaklarımızn altı yere basamayacak kadar şiş ve yere basınca batıyor. Belli ki su toplayacaklar.
Sofrada İngiltere, müzik, futbol ve Altuğ'un İngiltere anıları (bootsale, garagesale ve pazarlık teknikleri) üzerine konuşuyoruz. Bu yorgunlukla okuldaki gibi ingilizce de konuştuk ya. Aferin bize. Gecenin kapanışı Mehmet'e ikram edilen patlıcan şarabı ile oluyor. İnanılmaz ekşi. tavsiye etmiyoruz.
Saat 22:00 civarında bize yatacaklarını söylüyorlar. Aşağıda depoda yer yatağı olduğunu, getirmemizi söyleseler de biz halının üzerinde mat ve uyku tulumlarımızda yatmayı tercih ediyoruz. Sabah erken uyanıp yola çıkmak ilk hedefimiz. yarına bu patlamış tabanlarla Kaş'tayız. Tüm yürüyüş boyunca herşey planlarımıza uygun gitmiş durumda.
Ne yazık ki tüm gece evin kapısı ardına kadar açık olduğu için içerisi sinek doldu. Bu gece de sinekten uyumak biraz zor olacak gibi. Kafamızı açıkta bırakmaktan sakınarak biraz havasız da olsa sabaha kadar derin ve güzel bir uyku çekmek üzere uyuyup gidiyoruz. Bu akşamı da yaşlı İngiliz çiftin evlerinin salonunun ortasında geçirmek varmış.
Phellos (Pınarbaşı) (Felen)
Felen Yayla'da bulunan Phellos'a ulaşmak için Kaş - Finike karayolunun 10. km.sindeki Ağullu'dan Çukurbağ'a doğru sapılıp yeni açılan 3 km.lik yoldan yada biraz ilerideki başka bir yoldan Pınarbaşı'na ulaşılır. Buradan yangın gözetleme kulesinin yanına kadar gitmek gerekir. Ayrıca harabeye, Kaş'tan da yürüyerek ulaşmak mümkündür. Tepede bulunan akropole, çalılıklar arasında bulunan dar bir patika yol ile ulaşılır. Akropolden aşağı bakıldığında Kaş'ın hemen üzerinde olduğumuzu görürüz. Batıya doğru baktığımızda da Akdağ'ın başı karlı manzarası bizi büyüler.
Phell, Kaş’ın 5 km.kuzeyindeki Felen dağı yamacında, Çukurbağ Köyü’ne 2 km. uzaklıkta, Antiphellos ile (Kaş) karşı karşıya bir antik kenttir.
Phellos sözcüğü Hellen dilinde “ayakkabı ökçesi yapılan ağaç kabuğuna” verilen isimdir. Aynı zamanda taşlık alanlara da bu isim verilir. Plinius ile Strabon’un sözünü ettiği bu kentin kuruluş tarihi kesinleşememiştir.
Phellos M.Ö. IV. yüzyılda oldukça önemli bir kentti. Hatta Kaş'ta bulunan Antiphellos, Phellos'un limanı idi. Daha sonra Antiphellos ormanlarında bulunan sedir ağacı sayesinde zengin ve önemli bir kent olurken Phellos da eski önemini yitirmiştir.
Sarnıçlarla su ihtiyacını karşılayan diğer Lykia şehirlerinin aksine Phellos'un suyu boldur. Tepenin doğu yamacındaki zengin su kaynağı aynı zamanda Çukurbağ'daki çeşmeyi besler. Phellos kentinden çok fazla bir kalıntı bugün toprak üzerinde görülmese de çevresindeki inanılmaz güzellikler seyredilmeye değerdir.
Günümüze ulaşan kalıntılar M.Ö.IV.Yüzyıla kadar inmektedir. Tarihi olaylarda ismi geçmeyen kent Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra önemini yitirerek terk edilmiştir. Günümüze Pınarbaşı köyünde daire plânlı, taştan örme anıtsal bir mezar ile bazı burç ve polygonal sur duvarları gelebilmiştir. Buradaki mezarlar da yine Lykia tipindedir.